Saturday, June 18, 2011

the smiths top 10 - no 10: paint a vulgar picture

şerefsizsin morrissey'den müthiş yazı dizisi: "(tamamen öznel kriterlere göre oluşturulmuş) the smiths top 10." şerefsizsin morrissey son dönemlerin en kapsamlı en iyi 10 the smiths şarkısı listesini yayınlıyor. hiç görmediğiniz, hiç duymadığınız the smiths.
 fakat şey; sanırım blog yazmanın en güzel tarafı evde kendi kendine, adeta hobi olarak yeni yazı dizisine başlayabilmek olmalı."entegrasyon çıkmazında isviçre", "zulmün adı haşema" "kanlı topraklarda" gibi; oturup kendi kendinize "semipermanent saç boyalarının gizli dünyası" "bilinmeyen star wars" şeklinde yazı dizileri hazırlayabilirsiniz. ben de bundan yola çıktım.

hayatta en sevdiğim şeylerden biri liste yapmaktır. bir diğeri de the smiths'tir; o yüzden bu işe kalkıştım. esasen niyetim efendi gibi şarkıları sıralamak, altlarına da açıklama/yorum kontenjanından birer ikişer cümle kondurmaktı. baktım ki yazdıkça yazıyorum, "madem şunları ayırayım, üstüne bedavadan 10 tane daha yazı konusu çıktı, oh mis" dedim. üzerine yazarken çok abartasım gelmeyen şarkılarda birkaç tanesini de aynı yazıya koyabilirim de, şimdi düşününce üzerine yazarken çok abartasım gelmeyen fazla smiths şarkısı yok.

yalan yok, hepimiz kral tv izleyerek büyüdük. o yüzden 1,2,3 diye gitmek yerine gerisayım yöntemini tercih ettim. hani böyle "listemizde ilk sıralara yaklaşırken" falan, bir sonraki şarkı nihat doğan, ali güven, gülben ergen olacakmış gibi oluyor ya, öyle değil, inanın hepsi smiths. bunu kendinize sık sık hatırlatın. hazırsanız başlıyoruz:

10. paint a vulgar picture (albüm: "strangeways, here we come", 1987)

strangeways, here we come (link albümün tüm şarkılarını içeren bir playlist'e ait) benim için the smiths'in sonuncu stüdyo albümü olmasının çok ötesinde bir öneme sahiptir. strangeways öncesi smiths'in diskografisi neredeyse tamamen ergen hayal kırıklıklarının ve öfkelerin çiğ bir şekilde ortaya dökülmesinden ibaret gibi gelir bana. smiths'in müzik tarihindeki yerini yaratan da bu devrimsel samimiyettir. strangeways bu samimiyetten ödün vermez; ama çok başka bir arayışın başlayışına, hatta epey de ilerleyişine işaret eder. eğer bu albüm sonrası dağılmasalardı o arayış nereye gidecekti sık sık merak ederim. kullanılan materyal ve konular temelde aynıdır; ama grup artık o aynı hayal kırıklıklarını eğip büküp, dönüştürüp, içlerine dışardan bakıp, dalga geçip çok farklı şeyler oluşturmaya başlamıştır. bugün konumuz olan paint a vulgar picture da bunun en net göstergelerinden.
Strangeways deyince, yanlış anlamayın.
smiths'in bir çok şarkısı klasik şarkı formatında ilerlemez. örneğin, ben paint a vulgar picture'ı modern kısa öykü formatına çok daha yakın bulurum. bir kere, çok net şekilde düzyazıdır. üstelik müzik endüstrisine ağır giydirmeler, keskin gözlemler, zaman sıçramaları ile çok zengin bir düzyazıdır. ne zaman dinlesem, sanki uzun uzun tasvirler okumuş gibi, ufak detaylar gözümün önüne gelir: parmakların arasında çevrilen bir kalem, toplantı odasının gri jaluzilerinden içeri giren güneş, bir oduncu gömleği, masadakilerden birinin dudaklarındaki kırmızı ruj, masanın üzerindeki post-it'ler, elden ele dolaşan eski albümler.
İşte bu tarz bir şeyler.
şarkı (veya hikaye) bir plak şirketindeki toplantıda açılıyor. "ölü bir star"dan bahsediyor; fakat star gerçekten ölmüş mü, yoksa ölmüş olan starlığı mı bilemiyoruz (biraz sonra bahsedeceğim demo versiyonunu dinlersek biliyoruz da, o ayrı). hayranlık, müzik endüstrisi, ofis sıkıcılığı, "ah beni bir görsen, tanısan" duygusu- hepsi iç içe geçip iz bırakan bir anlatı oluşturuyor.
Double-pack with a photograph, extra track (and a tacky badge).
bu şarkının bir de şahane demo versiyonu var. dinleyin, çünkü: bu herif bir şarkıyı bir daha asla tamamen aynı sözlerle söylemez. bir kelime ekler, iki kelime çıkarır. normalde durmadığı bir yerde duraklar; böylece zihnine (ve şarkının kapalı anlamına) bizler için ufak bir pencere de açmış olur. artistliğinden veya unutkanlığından değil, bence bu durum şarkılarının organikliğinden geliyor. nasıl bir şeyi ikinci defa anlatırken birebir aynı kelimeleri kullanmazsak, morrissey de şarkılarıyla insanlara bir şey anlatırken tamamen aynı kelimeleri kullanmıyor.  nasıl morrissey büyüyorsa şarkılar da büyüyor. çok değil, birazcık. işte o yüzden bir smiths/morrissey şarkısının farklı bir versiyonu (demo olur, farklı bir albümdeki olur) mevcutsa mutlaka dinlemek gerektiğini düşünüyorum; live versiyonları ise zaten farz görüyorum.

smiths'in çoğu şarkısı birden fazla stüdyo albümünde yer alır. bir de albüm çıkarmadan önce birkaç prodüktör değiştirdikleri için o zamanlar yayınlanmamış farklı versiyonları mevcuttur epey bir şarkının. bir de, yaptıkları bazı collaboration'lar eklenince, en az üç farklı versiyonu olmayan smiths şarkılarını yakaladıkları yerde dövüyorlarmış manchester'da. mesela bir sürü şarkının troy tate sessions ve peel sessions versiyonlarını ben orijinallerinden çok severim. sandie shaw versiyonlarıyla evlenirim. yok lan, o jim sturgess'tı. neyse, grup kaydın tamamlanması ve albümün çıkışı arasında dağıldığı için strangeways'teki şarkıların live versiyonları mevcut değil, ancak bazılarının morrissey'in smiths sonrası döneminde tek başına konserlerde söylediklerini bulmak mümkün.
The Smiths, 1987: bitmiş bir aşk.
gerçi gerek johnny marr'ın grubu terketmesi, gerek sonrasında diğer grup üyeleriyle yaşadığı birtakım yasal problemler yüzünden mozcuğumun (böyle deyince gerçekten de kankaymışız gibi oluyor) smiths şarkılarını söylemeye çok da gönüllü olmadığını düşünüyorum (grubun ezik elemanları olan joyce ve rourke'un 90'larda morrissey ve marr'a şarkıların telif hakkı gelirleriyle ilgili açtığı davayı hatırlıyoruz burada. andy rourke el altından verilen bir miktar paraya razı olup şikayetinden vazgeçerken, joyce davayı sonuna kadar götürüp 1 milyon pound tazminat almıştı). hayır, "ya başım belaya girerse lan" veya "en iyisi hiç bulaşmamak hacı" diye değil. bence bu dava onda smiths'le ilgili her şeye karşı yoğun bir kırgınlık yarattı, o yüzden bazı istisnalar dışında hayatının o dönemini çok ziyaret etmemeyi tercih ediyor.

neticede morrissey, grup dağıldıktan sonra smiths'tekinden bağımsız olarak ikonik bir müzikal kimlik oluşturmayı bildi. smiths güzeldi ama geçti bitti işte, hayat morrissey için devam ediyor ve moz'da on tane smiths'e eş değer müzikal dönem yaratacak potansiyel var. ayrılan bir çiftin mal varlığıyla birlikte arkadaşlarını da paylaşmaları gibi, gruplar da dağılınca kitleyi paylaşıyorlar ve smiths dağılınca bir dakika bile duraksamadan hepimiz ortamı morrissey'le birlikte terkettik. bugün "marr hayranıyım" "rourke kral ya" diye dolaşanımız var mı? arada tanıyıp "ooo abi smiths falan çok severiz. morrissey'e hastayım ya, nasıl bir şey onun huzurunda olmak?" diye gelenler oluyordur ancak, şahsen ben de içlerinden birine rastlasam öyle yaparım. google'da arayıp bakın: johnny marr, mike joyce, andy rourke- web sitelerinin başlıklarında hala "the ex-smiths member" yazıyor.  çünkü onların mesleği birer ex-smiths member olmak. morrissey'de öyle bir şey yazıyor mu? hiç yazar mı? çünkü morrissey bir ex-smiths member değil. çünkü the smiths dediğin şey bir nevi ex-morrissey. joyce, rourke ve hatta marr morrissey'in odasına kabul edildikleri ve böylesine şahane bir şeye tanıklık etmelerine izin verildiği için şanslıydılar. o oda kuzey ingiltereli working class depresif ve toy bir ergenin odasıydı (yanlış anlaşılmasın- morrissey'in birebir kendi hikayesini yazdığını asla düşünmedim, çok net şekilde tüm diskografisini üzerine kurduğu, kendisinden izler taşıyan ama kendisi olmayan bir karakter var; o yüzden insanların morrissey lafı geçince  "ay yazııık ne diye kendini ezik görüyorsun annem" tavrına oldum olası sinir olurum). morrissey o odadan çıktığından beri bir sürü şey yaptı, çeşit çeşit odalara girdi çıktı. londra'nın görkemli kasvetini yalnızlıktan güç alarak tattı. oradan oraya savrulmanın ve zayıflığın güzelliğine tanık oldu. los angeles'ın hispanik gettolarının zorunlu neşesini hissetti. ex-smiths'ler ise ise hala o odanın çevresinde dolaşıyorlar, çünkü yapabilecekleri başka bir şey yok.

bir yandan da, bunun çok çocukça bir tavır olduğunu düşünüp kızıyorum mozcuğuma. o günleri atlatamamasını anlıyor ama yakıştıramıyorum. anlayacağınız; ben onu çocuk olduğu için seviyorum ama çocukluk yapmasını kaldıramıyorum. boşuna şerefsizsin morrissey demedik. ah bakın bir live versiyondan nerelere geldik... gerçekten şerefsizsin mozcuğum. neyse gençler, ben şimdilik kesiyorum. size de iki arkadaş bırakıyorum. listemizde 9 numaraya yaklaşırken siz bu bebeklerle oyalanın. bekletmeyeceğim.

(orijinal versiyon: modern bir klasik)

(demo versiyonu: klasiğin iskeletine, kas yapısına, damarlarına ufak bir bakış)

Friday, June 17, 2011

yavrunuzun sayfası: jim sturgess

tahmin edilebileceği üzre yavrunuzun sayfası köşemizin ilk sayısında adalardan modalardan bir yarla karşınızdayım.
Sert bir giriş oldu farkındayım.
bugün konumuz güney ingiltere'nin bağrından kopup ta hollywood'lara gelen jim sturgess. ben altı yaşından beri gerizekalı olduğum için sadece bugün de konuğumuz değil malesef- ara ara taktığım bu insan-ı kamil'e yeni filmi one day'in gösterim tarihinin yaklaşması vesilesiyle tekrardan ağır derecede takmış bulunuyorum. kendisini gözünüzün ısırıyor olabileceği yerler across the universe, 21, the other boleyn girl, (asla film kaçırmam süper bir insanım derseniz) fifty dead men walking, efendime söyleyeyim the heartless diye sürüp gidiyor.
"Ben altı yaşından beri son derece sevimli, düzgün, ilginç bir insanım lan- hatta belki daha uzun süredir."
jim'in asıl dikkatimizi çekişi across the universe'teki jude rolüyle oldu (sonradan aaa, o oğlancağız jim'miş diye the other boleyn girl'leri falan dönüp izledik hep). hayır, biz beatles'ın adını across the universe'le duyanlardan değiliz (ben fiilen altı yaşından beri beatles dinliyorum ulan, evde duruyor kasetler) (niye çoğul konuşuyorum bilmiyorum, bunların hepsini tek başıma yaptım), ama işte şimdi düşününce across the universe de öyle çok boş beleş bir film değilmiş ki arşivimize (bak yine) jim sturgess gibi müstesna katkılar yapmış. zaten bay sturgess öncesinde hobi olarak müzikle uğraşmış; ergenliğinde "hadi beyler grup kuruyoruz yeni nirvana olucaz" gazlarına gelmiş; yani adeta içimizden biri. fakat o kadar da değil. en azından benim diyen şarkıcıdan özel bir sesi var, kendinden efektli. across the universe'te her şarkı bildiğin sahnenin çekimi sırasında kaydedilmiş diyorum lan! bu yeterince etkilemediyse; ayrıca across the universe'teki şarkıların live versiyonlarını da izledim, adeta filmdekinden güzel söylüyordu diyorum lan! eğer ki ne kadar ergenleştiğimi ifade edemediysem şöyle de diyorum: oluuummm manyaktı var yaaa.
"Selam ben Jim. Çok fena birilerini anımsatıyorum ama o birileri de beni anımsatıyor olabilir, anlayın işte durumlar karışık."
bence, ve araştırdığım kadarıyla internetçe, biraz (muhtemelen benzediği için across the universe'teki rolü aldığı yani bir manada bugün kendisini tanıyor olmamıza vesile olan) paul mccartney'i, hafif syd barrett'ı, azıcık da daniel brühl'ü andırıyor. ama bence en çok benzediği şey: hani bir coffee shop'ta, veya ne bileyim, pub'da biriyle tanışırsın. bir şeyler olur. ancak sonradan farkedersin ki başına gelen en güzel şey odur. jim'in kırpık saçlarını seviyorum. o saçların haddinden beyaz bir alna düşüşünü. sonra, fazla koyu gözlerini. ben güzel gözleri ve uzun kirpikleri erkeklere daha çok yakıştırıyorum. jim'inki gibi gözleri, hani sanki ileride piyasa olmasından korktuğun bir indie brit band'in konserinde veya machester sokaklarında görebilirsiniz. o hissi seviyorum. bir de ufak not; beyimiz university of salford mezunuymuş, salford iliğimi kemiğimi kuruttun daha ne istiyorsun şerefsiz!
Ha bir de aklıma gelmişken; benim senelerdir aradığım ideal (erkek) (profilden) burun-dudak yüksekliği oranı bu işte lan! Bu lafımdan sonra ciddiye alınmayacağımın farkındayım, ama bu keşif inanın kendimle ilgili bir gizemi çözmemi sağladı, hayatımda büyük bir boşluğu doldurdu ve hayır, ben de kesinlikle bunu topluma anlatabileceğimi düşünmüyorum. Hayır, yetmediği gibi önden de aradığım başka bir mükemmel burun-dudak oranına sahip haspam, ama ona sonra geleceğim.

hazırsanız videolara giriyoruz. across the universe'ten bu videoda jim "I've just seen a face" diyor. ben ancak "bizi de gör abi" diyorum.


bir de izninizle şu şekilde bir maruzatım olacak; kendisinin sanıyorum the other boleyn girl'den başlayarak epey bir filmini izledim, en azında benim kafamda üç aşağı beş yukarı hiç bir tipolojiye yerleşmeyecek kadar farklı karakterleri oynadı. adam oyuncu beyler: jim bir rolde çok piç, çok çaresiz, çok sevimli, çok sıradan, çok sert, çok masum olabiliyor. ben şahsen süt çocuğu hallerinin hastasıyım, ukala havalarını bandıra bandıra yerim, flörtöz tavırlarını nikahıma alır, çaresizliğinin üzerine evi yaparım. bunların hepsini gördük. ama kaç filmdir dikkatimi bir şey çekiyor: hep aynı öpüşüyor. tıpatıp aynı. her karakterde. ağzını fazla açıyor. gözlerini fazla yumuyor. fazla gömülüyor. fazla ciddiye alıyor. bir olmak ister gibi. yemek ister gibi. hani; diyeceğim ki yanlış anladığı için doğru anlamış. eloğlu da bunu farketmiş ve üşenmemiş, güzel bir kolaj hazırlamış; for your enjoyment:


güzelim bir malatya/arguvan yöresi türküsü der ki: etek sarı sen etekten sarısın/kurban olam beydağının karısın/sordum soruşturdum kimin yarısın (stalking kültürümüzde var, demeye getiriyorum. neticede bu toprakların bazı kuralları var ve onlara uyulacak). örf ve ananelerimizi yerine getirmek adına ben de efendi efendi "jim sturgess girlfriend" yazıp aradım (bu yazı için değil, öncesinde de aramıştım, valla). 2003'ten beri "ve klavyede mickey o'brien *alkışlar*" nam hanfendiyle berabermiş, haddime değil ama maşallah gayet mutlu gözüküyorlar, allah çok mutlu etsin.
Fakat şunu da belirteyim, ben seni ellerin olasın diye sevmedim Jim.
 ha bir de şöyle bir durum var, sırf sevgiböceği gibi olmak, veya manyak olduğumu gizlemek adına allah mutlu etsin demedim. sevdiğim aktörler yalnızca film icabı yenilince çok koyuyor, mesela "sekiz senelik eşiyle irlanda kırsalında mutlu bir hayat sürüyor üç tane de çocukları var" desen muhtemelen samimiyetle "ay <3" derim (bunun ötesinde bir yavşaklığa gerek yok, ben godoş değilim), fakat "2002'deki bir filmde scarlett'a kur yapmıştı" dersen darılırım (o değil de 2002'deki bir filmde scarlett'a kur yapan ne kadar çok taş aktör var farkında mısınız?). o yüzden mickey'ciğim değil fakat bir kate bosworth, bir evan rachel wood kalbimde bir yaradır. bu arada, film çekeceğiz ayağına yıllardır çocuğu hollywood'un bütün sarışınlarına yedirttiniz şerefsizler. neyse anne hathaway'le filmi geliyor da "jim'in yedirtildiği aktrisle özdeşleşme problemi" ortadan kalkıyor- bu arada benim de saçlarım artık koyu. hem de epey koyu, bildiğin anne hathaway rengi. kendi renginden 2-3 ton koyuya boyatacağım bir süre. film için değil lan, valla bak.


son olarak; hadi bir altın vuruş yapalım. o "kendinden efektli" sesiyle the heartless'ın soundtrack'inden "the other me"yi söylüyor, filmin galasında. klavyedeki kadın sevgilisi mickey o'brien. kayıt da öylesine güzel, öylesine köfte gibi sevimli ki; dudaklarındaki ıslaklığı görüyorsun. kendini kaybettiğini görüyorsun. içindeki tuhaf karıncalanmayı. o mikrofonun soğukluğunu kendi ellerinde hissediyorsun. çok mahrem bir anına tanıklık ediyorsun. arkadaşım, adamın sevişmesini görüyorsun resmen. biliyorsun ki jim hiç bir röpörtajında, hiç bir rolünde kendini böylesine açık etmeyecek.


sonsöz: hiç özbeöz güney ingiltereli taklidi yapma jim, er geç baba tarafından irlandalı çıkacaksın biliyorum. ben güzelden anlarım ve güzel dediğin hiç değilse baba tarafından irlandalı olur.

şahane sizsiniz efendim.

son yazılardan birine yorum yapanlar, hatta bana şahane diyenler olmuştu. ne diyeceğimi bilememiştim. belki de o yüzden bir süre yazmadım. easasen çok yazdım da, yayınlamadım. biraz düşündüm. ne diyeceğim biliyor musunuz: şahane sizsiniz efendim.

ha bu arada, birtakım sesler duyuyorsunuz. doğaldır, çünkü blogumuzda bir takım hareketlenmeler var. şerefsizsin morrissey çok yakında komikli şakalı günlük hayattan kesit yazıları (evde parti falan verdik, onlar hep), bir adet gözleri gönülleri şenlendirecek (1. geleneksel) "yavrunuzun sayfası" köşesi, efendime söyleyeyim bir adet baymaya aday bir smiths/morrissey yazı dizisiyle geliyor, en azından. yani anlayacağınız büyükşehir çalışıyor. birsen adlı bir büyüğümün bana öğrettiği şekilde "az laf çok iş" diyeceğim de, blogumuz da laftan ibaret, o yüzden demiyorum.