Tuesday, October 18, 2011

bir boğaziçi ekonomi 4. sınıf öğrencisinin ödevi

Question: How did the emergence of mercantalism in Europe eventually lead to the WWI? 
Şimdi henüz 16. yüzyıldayız ve merkantalizm mantıken süper tamammı. Sen hep ihracat yap eline para gelsin altın gümüş falan gelsin. Zira bu saçma metaller bir ulusun zenginliğinin temelidir. Manyakça biriktir bunları. Ama ithalata kota falan bir şeyler koy ki ihracat rakamlarıyla sevişsin. Dış ticaret dengesi pozitifte olsun yani sonuçta. Mantıklı. Tamam da şey, sen bunu düşünüyorsun da elin Almanı düşünmüyor mu? San Marinolusu düşünmüyor mu? Eli armut toplamıyor onun da. Neyse işte, sonunda bu sistem abarıyor, kimse birbiriyle dış ticaret yapamaz oluyor. Oha aç kaldık. Avrupalı da kafayı çalıştırıyor, abi şu saçma üçüncü dünya ülkelerini gerek kolonileştirerek gerek çeşitli anlaşmalarla pazar yapsak ya. Çünkü onlar duruma uyanmış değiller, malum saflar falan. Ahahaha fakirsin sen fakir; diyorlar. Böylece sıfır liraya bu ülkeden aldıkları hammaddelerle iki  liraya ürettikleri ürünleri beş liraya aynı ülkeye dayıyorlar. Çünkü çok akıllılar bir saf biziz1. Neyse işte şey oluyor. İngiltere coşuyor falan adeta tüm dünyayı haraca bağlıyor. Ama adamlar bir de sevimli, bir de efendi ki kızamıyorsun. Bu arada Almanya’nın eli armut falan topluyor orasını bilemiyorum, zaten sevimli de değiller. Sonra bakıyor lan dış ticaret yapamıyoruz, bağladığımız saçma ülke de yok. İngiltere akıllı da biz saf mıyız? Açıkçası öyle o sırada ama onu kabullenmiyor. Olm İngilizlerden bahsediyoruz, Sting’i falan çıkaran adamlar. Üstelik şu anki başbakanları da Smiths dinliyor2. Tabi senden akıllı olacak. Ama işte Alman bunu demiyor ve inatlaşıyor. Neyse işte birtakım olaylar oluyor ve Birinci Dünya Savaşı çıkıyor bam diye. Sonuçta bir paylaşım savaşı, anladınız siiiiiiiizzzzz : )))) Oha bir saçmasapan değerli madenden nerelere geldik.

Referanslar:
1. İçimdeki Cumhuriyet okurunu öldürmemiş, onu kendime saklamış, özenle yaşatmışım.
2. http://blogs.telegraph.co.uk/culture/neilmccormick/8614523/David_Cameron_no_need_to_apologise_for_loving_Morrissey/.  Bu arada Merkel ne dinliyor abi, Rammstein mı?

Sunday, October 9, 2011

Aşkın Kanada Dağlarında Gezer | 1. Bölüm |

***işte beklenen an geldi: şerefsizsin morrissey ve genel geyik ortak yapımı biiber fan hikayesi! ama genel geyik daha çok çalıştı herkes bilsin yani***

***konsepte introduction için şuraya bakmayan aynı morrissey gibi şerefsizdir, yazdık o kadar di mi***

Los Angilis’taki evimde oturmuş 500 adet televizyonumuzdan birini izliyordum. Biz çok zenginmişiz tamam mı, o yüzden o kadar çok televizyonumuz varmış. Dışarda da havuz varmış havuzda da tek boynuzlu atlar yüzüyormuş. Yani yüzüyorlardı. Derken televizyonda şu Justin Biiiber denen sidiklinin klibi çıktı. Baybi maybi bişeyler diyordu. Hiç de hayranı değildim, çok cool‘dum. Gelip “benimle çıkar mısın?“ dese, en Filiz Akın sesimle „ne münasebet!“ der,  tokadımı atar giderdim.

Fakat bana bir şeyler olmuştu. İzledikçe etkilenmeye başladım.  „Bal rengi gözlerine ölürüm, ‚O‘ biçimli dudaklarının üzerine evi yaparım“ falan demeye başladım. „Tanrı aşkına Kübra, sanırım saçmalıyorsun“ dedim ve başımı iki yana sallayarak Bladie Mary’mden bir yudum aldım.

Klibin 2. dakikasına doğru Justin’le göz göze geldik. Aman tanrım Justin Biiiber bana bakıyordu!!!!!11111 Ama cidden bana bakıyordu yani, ondan emindim. Justin bunun ardından hemen göz kırpmak, dudaklarını yalamak, burnuyla top sektirmek gibi anatomik olarak aynı anda yapması imkansız olan birtakım hareketlere girdi. Bir yandan da beni kesmeye devam ediyordu.

Justin gözünü bana diktikçe klibin esas kızıyla aramızdaki gerilim de tırmandıkça tırmanıyordu, derken klip bitti. Klibin geri kalanında bir daha gözgöze de gelememiştik. Düşünsenize, klibi bir daha yayınlanana kadar, yani ortalama sekiz dakika falan göremeyecektim onu. Kolay değildi. Ağlayarak salondan çıkıp tuvalete doğru koşarken etrafımı Justin’in korumaları sardı. Bunun nasıl olduğunu pek sorgulamadım açıkçası. Çünkü o gün şansıma çilekli parlatıcı sürmüştüm. Bu arada herkesin bildiği gibi, erkekler parlatıcıya dayanamaz. Parlatıcıya televizyondaki Justin Biiiber bile dayanamaz ve anında adamlarını yollar. Bilirsiniz bu böyledir.



Tam o noktada çevik bir manevrayla kolay kız olmadığımı belli etmeliydim (bilirsiniz biz Türkler için böyle bekaret, gösterip de elletmeme tarzı yerel motifler önemlidir). Durur muyum, hemen beni kendi evimin koridorunda tutup yaka paça götüren korumaya “Hey adamım senin sorunun ne, tanrı aşkına lanet olası?” diye yapıştırdım cevabı ama bunu Türkçe olarak yaptım.

O sırada Justin “Seni çok seviyorum aşkitom evlen benimle!” diyerek gaipten belirdi. Bu arada çok yazmasın diye Türkiye hattı almıştı, oradan çağrı attı bana.

Telefon, aşkitom, bal rengi göz falan derken bir de baktım Justin 74’ten geri saymaya başlamış, sayması bitince bi baktım şey yapmışız biz. Oluvermiş bi anda.  Ama evlenmeden sevişmek falan bana tersti yani, yanlış olmasın.  O yüzden “bunu bana nasıl yaparsın nasıl??” diye üzerine saldırdım, o da bana aduket çekti, ondan sonra bayılıvermişim. Ama beni sevdiğinden öyle yapmış, gözleri dolarak açıkladı sonra.  Bütün bunlar olurken straplez sütyenim de mora veya kırmızıya kaçmıştı herhalde, ortalıkta gözükmüyordu.



(***9 ay sonra*** Kanada – Sveet Driems  Konutları)

O sabah kalktığımda her zamanki gibi gıcık ve uyuzdum. Saçlarımı savurarak yataktan çıktım ve toz pembeye çalan yeşil kazağımı, cam göbeğine kaçan dar bol pantalonumu ve kocaya kaçan patlıcan turuncusu şalımı üzerime geçirdim.  İçimde tabii ki straplez sütyenim vardı, zira biz Biiber fan fiction yazarları bilinmeyen bir nedenden ötürü sütyen askılarına karşıyız. Neyse sonra birden bire kaslı kollarıyla arkamdan biri bana sarıldı. Korkuyla ona döndüğümde arı tükürüğü rengi gözleriyle karşılaştım.

„OMG Justin, senin derdin ne ha? Beni korkudan öldürcen mi kuzum?“ diye çıkıştım ve kaşlarımı çatarak dudaklarımı büzüp gülümsedim. O ise son derece kalın, maskülen, maço sesiyle „izir dilirim aşkitom“ dedi ve kalın dudaklarını büzerek „O“ şekline getirdi. Ah kimi kandırıyordum? Ona nasıl kızabilirdim ki?  Karşıma geçmiş gizemli gizemli gülümsüyor, dudaklarını ısırıyor, göz kırpıyor, kaşlarını kaldırıp indiriyor, kulaklarını oynatıyordu.  Bu kadar çok mimiği aynı anda yapmanın etkisiyle kısa bir süreliğine suratına felç geldi ama o her haliyle yakışıklıydı.

„Aşkiton sana kurban olsun erim, yiğidim!“ dedim ve ona sarılarak yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Tam o sırada Justin’in asker arkadaşı Hasan ve onun kız arkadaşı Rosaliminia odaya girdiler. Erkek arkadaşımın suratına dokunurken yakalandığım için çok utanmıştım. Hemen geri çekildim.

„Yüce İsa adına! Aşağıda sizi bekleye bekleye lanet birer ağaç olduk, Justin ve Kübra! Nerde kaldığınızı sorabilir miyim ha?“ diye çıkıştı Hasan. Biz ise birbirimize bakıp göz kırpıştırıp dudak ısırıp burunlarımızı oynattık ve kızardık.

„Hadi kurban olduklarım, gelin de bir güzel kahvaltımızı edelim iyisi mi“ dedi Rosaliminia ve dil çıkardı.  Hasan’la ikisi tekrar aşağı indiler. Çok deli hatundu şu Rosaliminia. Dil falan çıkarıyordu, o derece. İki gün önce tanışmıştık ama hayatta sahip olabileceğim en iyi arkadaştı o ve onu bırakmaya hiç niyetim yoktu. Ölümüne kankamdı. SÇS Rosaliminia.

Odada gene baş başa kalmıştık. Justin muzipçe yanıma sokuldu ve yanağımla boynumun birleştiği ama kulağıma da yakın olup bir yandan burnuma kaş göz yaptığı o yerden öptü. Gözleri arzu saçıyordu. „Haydi gel de biraz yaramazlık yapalım Bayan Biiiber“

„Wow seni gidi haylaz çocuk!“ dedim gülümseyerek. O sırada gözüm bir an pencerenin önündeki  sonbahar yapraklarına takıldı. Ne kadar da hüzünlü uçuşuyorlardı. Kafamı çevirip Justin’ime baktığımda üstündekileri çıkarmış olduğunu gördüm. Üzerinde sadece Şanel marka baxer’ı  ve Rolleks marka saati vardı ve utanmaz bir biçimde gülümsüyordu. Ona iyice yaklaştım ve dudaklarımız birleşti. Yanaklarım kıpkırmızı olmuştu, çok utanmıştım. „Ay sapıııık XD“ diye bağırarak aceleyle yanından uzaklaştım. Evlenene kadar gösterip gösterip elletmemeye yemin etmiştim. Gerçi evlilik dışı bir çocuk peydahlamıştık ama olsundu. Bende bu utangaçlık, bu kırılıp dökülme olduğuna göre onu da muhtemelen leylekler getirip bacadan atmıştı.

yavrunuzun sayfası: justin bieber... şaka şaka.

canımıniçi, bebeyim, çiçeyim niteliğindeki arkadaşım i am not your freud'la hayatımızda yeni bir ses, yeni bir soluk, yeni bir heyecan var bu günlerde. hayatta bir amacımız var artık. geleceğe daha bir güvenle bakıyoruz. çünkü dostlarım, çünkü...

artık hayatımızda justin bieber hikayeleri sayfası var!

hikayerimizde yaş aralığı tahminen 11-15 olan kızlarımız teenage dreams konutlarından bildiriyor. kimisinin yaşı 10'a kaçar gibi olduğundan henüz dilsel gelişimini tamamlayamamış oluyor falan, üzülüyoruz biraz. bir kısmı tek bölümlük olsa da kimisi dur diyememiş ve dizi formatına çevirmiş, hikaye uzaya uzaya adeta mahallenin muhtarları olmuş, sezon 8 olmuş, lost çok bozmuş önünü alamamışlar.

hikayelerde genelde çoğacayip şeyler oluyor. örneğin, kalın bir ses duyuyorsunuz ve arkanızda justin bieber beliriyor. düşünsenize. veya justin bieber sevişiyor falan mesela. konsept sizce de hayal edilemeyecek kadar muhteşem değil mi? ben insan ırkının hayal gücüne son derece saygı duydum bu hikayelerden sonra. biricik freud'um da duymuş olacak ki, "emeğe saygı" diyor ve birkaç haftadır bildiğin book club atmosferi içinde, son derece disiplinli olarak, birbirimize tavsiyeler falan vererek justin bieber hikayesi okuyoruz.

yok yok böyle anlatarak olmayacak, linkle konuşmam gerek. hikayeler şu tandansta seyrediyor:

* burada justin istanbul konserine gelen kahramanımızı sahnedeyken kesiyor sonra adamlarını yollatıyor (bu hikaye şimdilik 24 bölümlük. bir de şey, hikayenin yazarını stalk ettik, kızcağız sürekli twitter'da justin bieber'a I'm single for you diye mention atıp dikkatini çekmeye çalışıyor)



* bu baya bildiğin "yengemi götürdüm, eltime dayadım" tarzı erotik hikaye (bu arkadaş yanlış gelmiş herhalde diye düşündük)

Biz Kanada'da Sweet Dreams konutlarında oturuyoruz. Ottawa'yı geç, British Columbia'yı karşına al, bir 100 metre kadar git işte orası, bildin mi?
sizlere bir sürprizimiz: var. işimiz gücümüz: yok. freud'la çok içimizden geldi, gönlümüzden koptu, biz de maksat okuyucuya hizmet olsun diye imece usulü bir justin bieber hikayesi yazıverdik. hikayemizde iyi bir justin bieber hikayesinde olması gereken her şeyi içeriyor: hikayenin geneline hakim bir dublaj türkçesi, yer yer yöresel motifler, castin'e 8 yaş özellikleri göstermiyormuşçasına yüklenen erkeksi/maço nitelikler, hikayenin sonuna karakterleri kafalarında canlandırmakla uğraşmasınlar diye okuyucuya hizmet olarak koyulan ve brad pitt, angelina jolie tarzı insanların resimlerini koyup üstlerine "hasan, melih, ayşenur, kerime" yazarak oluşturulan kolaj ve tabi ki sweet dreams konutları. freud ölümsüz eseri halihazırda yayınlamış bulunuyor, ben de birazdan bulunsun diye yayınlayacağım.

bu arada sizce de dünyanın tüm dermatologları ve endokrinolojistleri şu anda justin'in sivilcesi çıkmasın ve sesi çatlamasın diye çalışıyor mu?

Kamışa su yürüyor mu yiğenim? Cevap veriyorum hayır.

Wednesday, October 5, 2011

al kırdık kırdık.

boş zamanlarımın pek çoğunu internette eski morrissey videolarını deşerek değerlendiriyorum. youtube da çoğu zaman elim boş göndermiyor sağolsun. bugünün balığı da eski bir mtv programının kaydı. çok sevdim ve defalarca izledim, ama sonra beni biraz üzdü.


your arsenal yeni çıkmış; yıl 1992'ymiş ve morrissey, veya steve diyelim, mutluymuş. hayatında yeni bir şeyler oluyormuş. the smiths'ten bile parlak olabilecek, yepyeni, pırıl pırıl bir solo kariyeri varmış. birtakım heyecanlar, korkular yaşıyormuş. bazen, hatta esasen sıklıkla utanıyormuş. kameralardan korkuyormuş, ama yalnızca birazcık. insanları dinliyormuş, dediklerini duyamadığında ısrarla ama nazikçe soruyormuş. tüm bunlar olurken de dudağının kenarına mühürlü o şahane gülümsemesinin sırıtışa dönüşme çabalarını zar zor, o da ancak serde morrissey'lik olduğundan, bastırıyormuş. ve bunların hepsi  şimdi morrissey kontekstinde bana çok uzak geliyor.

bu video ölmüş bir tanıdığın neşe dolu resimlerine bakmak gibi. ve hayatın nasıl iğrenç bir şey olduğunu fazlasıyla hatırlatıyor. hayatın ucunda çoğunlukla ölüm var. yani adam gibi ölmek o kadar fena bir şey değil de, böyle metaforik bir ölüm. iç ölümü. ölümden beter, ve ölümden çok daha sık görülen bir ölüm.

yine de, ne olursa olsun, şu dünyada morrissey'den güzel bir şey var mı? açık söyleyeyim, ben morrissey'i sonsuz derecede bencil ve kabalaştığında da seviyorum. norveç'teki katliamdan sonra çıktığı ilk konserde durup "kfc ve mcdonald's'ta her gün daha kötü katliamlar yaşanıyor, norveç konusunda neden tribe girdiniz ekiki" diye konuştuğunda dahi savunmaya çalışıyorum. yalnızca millete laf etmek için ağzını açar hale gelmesi komikmiş gibi davranıyorum, hatta david cameron'a smiths sevmeyi yasaklaması teklifsizce dudağımın kenarına ufak bir gülümseme iliştiriyor (bu arada tory falan ama bence david cameron, camelot efsanesinden beri ingiltere'nin en kral başbakanıdır). asıl konseptinden kopup, harcanmış bir hayattan intikam almak için dinleyenin suratına yumruk atar gibi şarkı söylediğinde de bayıla bayıla dinliyorum. çünkü insan saçmaladı diye anne babasını/çocuğunu/morrissey'ini sevmeyi bırakmaz.

ama işte, arada biraz üzülüyorum.

We made a happy man very old.
2004'te 45. doğumgününde verdiği meşhur manchester konserinin sonunda söylemişti: "oh manchester; nothing to answer for. you made a happy man very old." işte ben şimdi anladım, o kelime oyunu falan değil güzel kardeşim. o ne biliyor musun: önce on yılda on beş milyon genç, ardından da on dokuz yılda böylesine mutlu ve güzel bir adamdan duygusal bir yıkıntı yarattık. içini eze tekmeleye öldürdük. sevgili dünya; bu başarı, bu gurur hepimizin. al kırdık kırdık.

Tuesday, August 30, 2011

one day

mayıs'tan beri sapık gibi günde 2 kere bu fragmanı izlemek? koşa koşa kitabını alıp okumak, bitirince bir gün ağlamak? hayatı askıya alıp filmin vizyona girişini beklemek? kapağında öpüşen jim sturgess olan kitap çıkarırsanız, efendime söyleyeyim "20 sene acısıyla tatlısıyla jim sturgess" temalı film çekerseniz bunlar olur tabi. olacak, normal.


film çıkana kadar size bir avuntu olsun diye çıkardığım yeni albümüm "anne hathaway adlı bir kardeşim var seni ondan bile kıskanıyorum" müzik marketlerde.

not: jim sturgess'ı, hani ne bileyim, 1997 yılında ergen bir kız justin timberlake'i nasıl severdiyse öyle seviyorum herkes bilsin yani.

Sunday, August 7, 2011

smiths top 10 - no 9: half a person

9. half a person (albüm: "louder than bombs", 1987 [ilk olarak aynı yıl "shoplifters of the world" single'ının b-side'ı olarak yayınlanmış ama tabi ki bunu saymıyoruz yatıya da bekleriz])


call me morbid, call me pale. I've spent six years on your trail.


solgun çehreli ve biraz tuhaf kahramanımız, altı sene peşinden koşturduğu kızdan, sonunda hikayesini anlatmak için beş saniye ister: on altı yaşında, sakar ve utangaçken londra'ya gitmiş ve ywca'e (young women's christian association) yerleşmiştir, sonrasında da hiç ayrılmak istememiştir. sonrasında bir şeyler, bir şeyler. bu hikayeye karşılık; malum kızımız onu eskiden, ürkünç derecede fakirken daha çok sevdiğini söyler. galiba kahramanımız hep ywca'e yerleşmeye çalışacak; hep on altı yaşında, hep sakar, hep utangaç kalacaktır; adeta hayat hikayesi budur.

iddialı konuşacağım: half a person belki smiths'in en güzel şarkısı değildir ama smiths'in en smiths şarkısıdır. kimi şarkılarında ölme isteği ağır basar. bazısında komiklikler şakalar. half a person'da ise smiths ağır basar. öyle işte. half a person bana, bir saniye. ben işte tam da bunu arıyordum. müzik dediğin şey işte bu lan, demeyi anımsatıyor. çok net hatırlıyorum ki, ben artık yalnız bir insan değilim dediğim anda gördüğüm şey shelagh delaney'in şu kırmızı albüm kapağındaki yüzüydü. ve belki de dinlediğim ilk smiths şarkısı half a person olduğundan, smiths hala benim gözümde tam da bu şarkının anlattığı hikaye gibi bir şey: sonu olmayan işlerin peşinden koşmak. ekseriyetle sevilmeyen aşık olmak, üstelik kendini arada beğense de mutlaka pek sevmemek ("I have no love for myself as a human being."-morrissey; "ben kendimi cidden sevmiyorum abi."-deniz). on altı yaşında olmak ve hep o yaşta kalacak olmak; o eşikten bir türlü atlayamamak (eğer bu satırları okuyorsa, bu çok temel smiths nosyonunu farkettirdiği için fırat'a büyük teşekkürler, yirmi bir senedir tespit yapıyorum henüz böylesini yapamadım). altı senedir peşinden koştuğun kızdan en sonunda hikayeni anlatmak için beş saniye rica etmek. en sonunda kendine daha havalı bir kimlik oluşturmayı başardığında geriye bakıp, eski ezik halim daha iyiydi, demek. veya başkaları tarafından öyle denilmek. biraz belirsizlik. tuhaf ve solgun olmak.

oryantal anlamda bir beyaz ten fetişim yok. sadece açık tenli ve solgun çehreli insanları daha bir garip, daha ilgi çekici buluyorum. pembe pembe olmayan yanaklar, ince bir yüz, büyüyememiş mutsuz bir çocuk ifadesi; daima "sixteen, clumsy and shy". belki koyu göz altları. çoğunlukla belirgin kaburgalar. sanki hayatın çoğunluğa bahşettiği koruyucu mekanizmalardan yoksunlar. soluk tende nasıl yara izleri, çiller, sivilceler daha bir göze batarsa; aynı zamanda kusurlar, güvensizlikler, beceriksizlikler de aynen dışarıdan görülüyor. irlanda'nın hali fena o zaman, ahahahha. kendimi ciddiyete davet ediyor ve kaldığım yerden devam ediyorum.

half a person'ın anlattığı hikayenin duygusu çok açık ve yoğun olmakla beraber, olay örgüsünün yapısı biraz belirsiz ve karmaşık. ama sanırım teoriler üretince daha iyi anlaşılmıyor bu şarkı. gözünüzün önünde ne beliriyorsa o işte, kasmamak lazım bazen. tam olarak neden bahsettiğini de steven patrick morrissey'den başkası bilmeyiversin. yalnız, eğer birilerine yardımı olacaksa; sanıyorum smiths dönemine veya onun az sonrasına denk gelen (ve şu an bulamadığım) eski bir röpörtajda mozcuğuma "half a person'da altı yıl peşinden koştuğunuz, ünlü olmanızdan sonra size 'when you were hopelessly poor, I just liked you more' diyen o kız gerçek mi?" mealinde bir şey sorduklarını, moz'un da "evet, o tamamen gerçek" (merak edenler için, "she" demişti) cevabını verdiğini hatırlıyorum.

daima steve; daima sixteen, clumsy and shy.
son olarak, louder than bombs'ın bir b-side track toplama albümü olduğu göz önüne alındığında; morrissey'e en kısa zamanda b-side track nedir öğrenmesini tavsiye ediyorum. ne bileyim, "bir müzisyenin en süper şarkıları" falan demek değil onu öğrensin en azından, muhtemelen öyle sanıyor yoksa yapamaz böyle bir şeyi.
half a person gibi bir defining work, shoplifters of the world unite gibi hani fena da değil ama çok da bir numarası olmayan, (az sonra söyleyeceğim ağır lafları öfkeme verin, yoksa severim o şarkıyı da) the smiths eseri olmak için fazla ağdalı ve gereken nüktedanlıktan yoksun, tam anlamıyla overrated bir şarkının b-side'ı olmayı hak etmiyor. bırak half a person'ı, albümün şu detaylı tracklisting'ine bakınca iyi bir morrissey/the smiths hayranı "mozoğlan nittin sen" diye ağıt yakar. çünkü rubber ring, stretch out and wait, these things take time gibi baba klasiklerin (sırasıyla) the boy with the torn in his side, shakespeare's sister ve what difference does it make gibi ikincil öneme sahip şarkıların single'ları yanına meze olarak koyulmuş olması adamı üzer. hadi şarkılara adlettiğim egoyu bıraktım, istediğin şarkıyı istediğinin altına koy da, b-side'ları toplum duymuyor etmiyor işte arkadaşım! zaten tam bir üçüncü dünya ülkesi vatandaşı olarak single konsepti bana ters, o kadar para verdim mi en az on şarkı önüme koyulmayınca kazıklanmış hissediyorum. devlet bu işe bir el atsın, birsenciğim beni bu konuda bir eğitsin, aydınlatsın, adam etsin istiyorum.

2009'da çıkan, bu sefer de solo kariyerinin b-side'larının bir toplaması olan swords'ta da aynı fenomenle karşılaşmıştık. ne yalan söyleyeyim, uzun süre swords'u ben yeni ve bomba bir albüm zannettim good looking man about town, children in pieces, the never-played symphonies gibi bombalarla karşılaşınca. ulan moz, söylemeyeyim diyorum yine söyletiyorsun, sen bunlar kadar iyi başka şarkı yaptın mı yirmi senedir de bunları b-side'a koyuyorsun? hayır o kadar da uğraşmışsın. ne yapıyorsun, hoşuna mı gidiyor millet masterpice'lerini duymayınca? bak yine sinirlendim. şerefsizsin mozcuğum. neyse, en azından adam b-side'ları arada toplayıp sunuyor da milletin duyma fırsatı oluyor.

esen kalın efendim.

Friday, July 29, 2011

kış güneşi (veya "nostaljinin dozu kaçıyor, dikkat")

hazır yıldız tilbe demişken, şimdi, laf son derece aramızda, ben esasen yıldız tilbe'yi severim. bir kere bize türkçenin en güzel pop şarkısı olan kış güneşi'ni (bunu tartışmam) armağan eden bu kadını sevmemem mümkün mü? o zaman nostalji geliyor, haydi eller.

 (fakat ben 90'larda tarkan'ı böyle acayip yakışıklı bir insan zannediyordum lan, ekseriyetle "fazla jöle sürmüş mahalle delikanlısı" tarzı, awkward tipli bir gencimizmiş. tarkan adeta eti puf, eti cin, balık kraker gibi, çocuklukta hastası olunan şeylerin büyüyünce tat vermemesi fenomeni gibi insanmış)

bir de bunun directors cut'lısından var, yani ehere mehere komikler şakalar vasıtasıyla demek istediğim; yıldız tilbe'nin kendi söylediği çok şık bir versiyonu var. ortam son derece doksanlar. balık ayhan var. ben dahil tüm ülkenin antipatisine nail olsa da son derece otantik bir doksanlar figürü olarak atmosfere katkı sağlayan cem özer var, dans falan ediyor çok korkunç. sonra; doksanların o karakteristik tatsız, çiğ, ergensi minimalizmi var. çoğacayip, çok saykedelik; sırf bunun için bile izleyebilirsiniz, ondan söylüyorum.

Friday, July 22, 2011

birtakım parçalar-1: markalı dondurma

mevsimlerden yaz. yeri bilmiyorum- ege'nin herhangi bir kasabasındayız. soma olabilir diyeceğim de, yok, sanki misafirlikteyiz. üç, dört yaşındayım. dedem var. babaannem var. semra teyze, sonra başka birtakım yaşlı teyze ve amcalar. yürüyüşe çıkmışız. hava serince; üzerimde ya kayısı, ya lavanta rengi bir hırka var. ne güzel esiyor. dondurma almaya yöneliyoruz sonra. meğer dondurmacıda yalnızca tezgahta satılan açık dondurmalardan varmış. çikolata, limon, karadut, kaymak olmak üzere dört çeşidi olan, top top servis edilmek yerine spatulayla birbirinin üstüne bastırıla bastırıla önce çikolataya, sonra bayat bir fıstığa, hatta bir de daha bayat bir hindistancevizine bandırılanlardan. dondurma deyince aklına bir calippo, bir max, bir cornetto gelen bir şehir çocuğu olan ben; "ama sizde niye markalı dondurma yok?" diye bilmiş bilmiş soruyorum, herkes gülüyor. markalı dondurma, markalı dondurma. söyledikçe yeniden gülüyorlar, onlar güldükçe ben yeniden söylüyorum. bıyıklı dondurmacı da sinir olduğunu saklamak için, gergin gergin gülüyor. başımı okşuyor.
Temsili resim: markasız dondurma.
dondurmaları alıp çıkıyoruz. çikolataya yapışmış fındıkları kemiriyor, sonra karaduta geçiyor, "e güzelmiş" diyorum, içimden. güle oynaya yiyorum, sonra bir ara dedemin elini tutmuş karşıdan karşıya geçerken dondurmacının ahı tutuyor ve külah elimden kurtuluveriyor. asfalta yapışıyor, ama ne yapışmak. ben o kadar ezilmiş kedi, köpek gördüm fakat bu kadar sene bir daha öylesine asfalta yapışmış bir şey görmedim. ağlamama izin vermeden dedem derhal tekrar elimden tutuyor ve diğerleri yolun ortasında beklerken ikimiz beraber dondurmacının yolunu tutuyoruz.
 dondurmacı bu sefer sahiden gülümsüyor.

Saturday, July 2, 2011

birtakım notlar

* jim sturgess'ın şu resmini (oha) az önce gayet doğal bir şeymiş gibi, son derece spontane olarak "bizdeniyeyok.jpg" olarak kaydettim. benim de bir jim sturgess'ım olsa, ANNE BANA NİYE ALMIYORSUNUZ, BİZDE NİYE YOK?
bizdeniyeyok.jpg
* i am not your freud'la dernekleşmeye karar verdik, "çocuğum 'benim babam irlandalı' diyemicekse ne anladım ben öyle annelikten derneği" çatısı altında. işler yolunda giderse seneye İR-BA-SEN olarak sendikal hak mücadelesine gireceğiz.

* jim sturgess'a gidip "size daha önce 'o gülümserken çemçükleşen ağzını yerim' diyen olmuş muydu?" diye sorup koşarak kaçmak istiyorum, çünkü kesin olmuştur.

* bu işi bilenlere sesleniyorum: kendini derya baykal gibi hissetmeden DIY projesi yapmanın bir yolu var mı?

* katılamadığım bir glastonbury festivalinin; gidemediğim bir ingiltere'nin daha sonuna geldik.

* bu hafta memlekete döndüm, sanırım şu altı ay zarfında türkiye'den en çok özlediğim şeyler mascarpone peyniri ve lapsang souchong çay olmuş.

basında biz

"liberal ateist asosyal güzel kız" başlığı geçen gün gecenin bir yarısı sözlükte sol frame'de random olarak başlıklara tıklarken karşıma çıktı. "ehehe benim lan bu" dedim. ama böyle, hani hafif korkarak. başımı kaldırıp odada çaktırmadan kamera arayarak.
sonra tıkladım. benmişim.

Everybody thinks they're an eight (and a half).

Saturday, June 18, 2011

the smiths top 10 - no 10: paint a vulgar picture

şerefsizsin morrissey'den müthiş yazı dizisi: "(tamamen öznel kriterlere göre oluşturulmuş) the smiths top 10." şerefsizsin morrissey son dönemlerin en kapsamlı en iyi 10 the smiths şarkısı listesini yayınlıyor. hiç görmediğiniz, hiç duymadığınız the smiths.
 fakat şey; sanırım blog yazmanın en güzel tarafı evde kendi kendine, adeta hobi olarak yeni yazı dizisine başlayabilmek olmalı."entegrasyon çıkmazında isviçre", "zulmün adı haşema" "kanlı topraklarda" gibi; oturup kendi kendinize "semipermanent saç boyalarının gizli dünyası" "bilinmeyen star wars" şeklinde yazı dizileri hazırlayabilirsiniz. ben de bundan yola çıktım.

hayatta en sevdiğim şeylerden biri liste yapmaktır. bir diğeri de the smiths'tir; o yüzden bu işe kalkıştım. esasen niyetim efendi gibi şarkıları sıralamak, altlarına da açıklama/yorum kontenjanından birer ikişer cümle kondurmaktı. baktım ki yazdıkça yazıyorum, "madem şunları ayırayım, üstüne bedavadan 10 tane daha yazı konusu çıktı, oh mis" dedim. üzerine yazarken çok abartasım gelmeyen şarkılarda birkaç tanesini de aynı yazıya koyabilirim de, şimdi düşününce üzerine yazarken çok abartasım gelmeyen fazla smiths şarkısı yok.

yalan yok, hepimiz kral tv izleyerek büyüdük. o yüzden 1,2,3 diye gitmek yerine gerisayım yöntemini tercih ettim. hani böyle "listemizde ilk sıralara yaklaşırken" falan, bir sonraki şarkı nihat doğan, ali güven, gülben ergen olacakmış gibi oluyor ya, öyle değil, inanın hepsi smiths. bunu kendinize sık sık hatırlatın. hazırsanız başlıyoruz:

10. paint a vulgar picture (albüm: "strangeways, here we come", 1987)

strangeways, here we come (link albümün tüm şarkılarını içeren bir playlist'e ait) benim için the smiths'in sonuncu stüdyo albümü olmasının çok ötesinde bir öneme sahiptir. strangeways öncesi smiths'in diskografisi neredeyse tamamen ergen hayal kırıklıklarının ve öfkelerin çiğ bir şekilde ortaya dökülmesinden ibaret gibi gelir bana. smiths'in müzik tarihindeki yerini yaratan da bu devrimsel samimiyettir. strangeways bu samimiyetten ödün vermez; ama çok başka bir arayışın başlayışına, hatta epey de ilerleyişine işaret eder. eğer bu albüm sonrası dağılmasalardı o arayış nereye gidecekti sık sık merak ederim. kullanılan materyal ve konular temelde aynıdır; ama grup artık o aynı hayal kırıklıklarını eğip büküp, dönüştürüp, içlerine dışardan bakıp, dalga geçip çok farklı şeyler oluşturmaya başlamıştır. bugün konumuz olan paint a vulgar picture da bunun en net göstergelerinden.
Strangeways deyince, yanlış anlamayın.
smiths'in bir çok şarkısı klasik şarkı formatında ilerlemez. örneğin, ben paint a vulgar picture'ı modern kısa öykü formatına çok daha yakın bulurum. bir kere, çok net şekilde düzyazıdır. üstelik müzik endüstrisine ağır giydirmeler, keskin gözlemler, zaman sıçramaları ile çok zengin bir düzyazıdır. ne zaman dinlesem, sanki uzun uzun tasvirler okumuş gibi, ufak detaylar gözümün önüne gelir: parmakların arasında çevrilen bir kalem, toplantı odasının gri jaluzilerinden içeri giren güneş, bir oduncu gömleği, masadakilerden birinin dudaklarındaki kırmızı ruj, masanın üzerindeki post-it'ler, elden ele dolaşan eski albümler.
İşte bu tarz bir şeyler.
şarkı (veya hikaye) bir plak şirketindeki toplantıda açılıyor. "ölü bir star"dan bahsediyor; fakat star gerçekten ölmüş mü, yoksa ölmüş olan starlığı mı bilemiyoruz (biraz sonra bahsedeceğim demo versiyonunu dinlersek biliyoruz da, o ayrı). hayranlık, müzik endüstrisi, ofis sıkıcılığı, "ah beni bir görsen, tanısan" duygusu- hepsi iç içe geçip iz bırakan bir anlatı oluşturuyor.
Double-pack with a photograph, extra track (and a tacky badge).
bu şarkının bir de şahane demo versiyonu var. dinleyin, çünkü: bu herif bir şarkıyı bir daha asla tamamen aynı sözlerle söylemez. bir kelime ekler, iki kelime çıkarır. normalde durmadığı bir yerde duraklar; böylece zihnine (ve şarkının kapalı anlamına) bizler için ufak bir pencere de açmış olur. artistliğinden veya unutkanlığından değil, bence bu durum şarkılarının organikliğinden geliyor. nasıl bir şeyi ikinci defa anlatırken birebir aynı kelimeleri kullanmazsak, morrissey de şarkılarıyla insanlara bir şey anlatırken tamamen aynı kelimeleri kullanmıyor.  nasıl morrissey büyüyorsa şarkılar da büyüyor. çok değil, birazcık. işte o yüzden bir smiths/morrissey şarkısının farklı bir versiyonu (demo olur, farklı bir albümdeki olur) mevcutsa mutlaka dinlemek gerektiğini düşünüyorum; live versiyonları ise zaten farz görüyorum.

smiths'in çoğu şarkısı birden fazla stüdyo albümünde yer alır. bir de albüm çıkarmadan önce birkaç prodüktör değiştirdikleri için o zamanlar yayınlanmamış farklı versiyonları mevcuttur epey bir şarkının. bir de, yaptıkları bazı collaboration'lar eklenince, en az üç farklı versiyonu olmayan smiths şarkılarını yakaladıkları yerde dövüyorlarmış manchester'da. mesela bir sürü şarkının troy tate sessions ve peel sessions versiyonlarını ben orijinallerinden çok severim. sandie shaw versiyonlarıyla evlenirim. yok lan, o jim sturgess'tı. neyse, grup kaydın tamamlanması ve albümün çıkışı arasında dağıldığı için strangeways'teki şarkıların live versiyonları mevcut değil, ancak bazılarının morrissey'in smiths sonrası döneminde tek başına konserlerde söylediklerini bulmak mümkün.
The Smiths, 1987: bitmiş bir aşk.
gerçi gerek johnny marr'ın grubu terketmesi, gerek sonrasında diğer grup üyeleriyle yaşadığı birtakım yasal problemler yüzünden mozcuğumun (böyle deyince gerçekten de kankaymışız gibi oluyor) smiths şarkılarını söylemeye çok da gönüllü olmadığını düşünüyorum (grubun ezik elemanları olan joyce ve rourke'un 90'larda morrissey ve marr'a şarkıların telif hakkı gelirleriyle ilgili açtığı davayı hatırlıyoruz burada. andy rourke el altından verilen bir miktar paraya razı olup şikayetinden vazgeçerken, joyce davayı sonuna kadar götürüp 1 milyon pound tazminat almıştı). hayır, "ya başım belaya girerse lan" veya "en iyisi hiç bulaşmamak hacı" diye değil. bence bu dava onda smiths'le ilgili her şeye karşı yoğun bir kırgınlık yarattı, o yüzden bazı istisnalar dışında hayatının o dönemini çok ziyaret etmemeyi tercih ediyor.

neticede morrissey, grup dağıldıktan sonra smiths'tekinden bağımsız olarak ikonik bir müzikal kimlik oluşturmayı bildi. smiths güzeldi ama geçti bitti işte, hayat morrissey için devam ediyor ve moz'da on tane smiths'e eş değer müzikal dönem yaratacak potansiyel var. ayrılan bir çiftin mal varlığıyla birlikte arkadaşlarını da paylaşmaları gibi, gruplar da dağılınca kitleyi paylaşıyorlar ve smiths dağılınca bir dakika bile duraksamadan hepimiz ortamı morrissey'le birlikte terkettik. bugün "marr hayranıyım" "rourke kral ya" diye dolaşanımız var mı? arada tanıyıp "ooo abi smiths falan çok severiz. morrissey'e hastayım ya, nasıl bir şey onun huzurunda olmak?" diye gelenler oluyordur ancak, şahsen ben de içlerinden birine rastlasam öyle yaparım. google'da arayıp bakın: johnny marr, mike joyce, andy rourke- web sitelerinin başlıklarında hala "the ex-smiths member" yazıyor.  çünkü onların mesleği birer ex-smiths member olmak. morrissey'de öyle bir şey yazıyor mu? hiç yazar mı? çünkü morrissey bir ex-smiths member değil. çünkü the smiths dediğin şey bir nevi ex-morrissey. joyce, rourke ve hatta marr morrissey'in odasına kabul edildikleri ve böylesine şahane bir şeye tanıklık etmelerine izin verildiği için şanslıydılar. o oda kuzey ingiltereli working class depresif ve toy bir ergenin odasıydı (yanlış anlaşılmasın- morrissey'in birebir kendi hikayesini yazdığını asla düşünmedim, çok net şekilde tüm diskografisini üzerine kurduğu, kendisinden izler taşıyan ama kendisi olmayan bir karakter var; o yüzden insanların morrissey lafı geçince  "ay yazııık ne diye kendini ezik görüyorsun annem" tavrına oldum olası sinir olurum). morrissey o odadan çıktığından beri bir sürü şey yaptı, çeşit çeşit odalara girdi çıktı. londra'nın görkemli kasvetini yalnızlıktan güç alarak tattı. oradan oraya savrulmanın ve zayıflığın güzelliğine tanık oldu. los angeles'ın hispanik gettolarının zorunlu neşesini hissetti. ex-smiths'ler ise ise hala o odanın çevresinde dolaşıyorlar, çünkü yapabilecekleri başka bir şey yok.

bir yandan da, bunun çok çocukça bir tavır olduğunu düşünüp kızıyorum mozcuğuma. o günleri atlatamamasını anlıyor ama yakıştıramıyorum. anlayacağınız; ben onu çocuk olduğu için seviyorum ama çocukluk yapmasını kaldıramıyorum. boşuna şerefsizsin morrissey demedik. ah bakın bir live versiyondan nerelere geldik... gerçekten şerefsizsin mozcuğum. neyse gençler, ben şimdilik kesiyorum. size de iki arkadaş bırakıyorum. listemizde 9 numaraya yaklaşırken siz bu bebeklerle oyalanın. bekletmeyeceğim.

(orijinal versiyon: modern bir klasik)

(demo versiyonu: klasiğin iskeletine, kas yapısına, damarlarına ufak bir bakış)

Friday, June 17, 2011

yavrunuzun sayfası: jim sturgess

tahmin edilebileceği üzre yavrunuzun sayfası köşemizin ilk sayısında adalardan modalardan bir yarla karşınızdayım.
Sert bir giriş oldu farkındayım.
bugün konumuz güney ingiltere'nin bağrından kopup ta hollywood'lara gelen jim sturgess. ben altı yaşından beri gerizekalı olduğum için sadece bugün de konuğumuz değil malesef- ara ara taktığım bu insan-ı kamil'e yeni filmi one day'in gösterim tarihinin yaklaşması vesilesiyle tekrardan ağır derecede takmış bulunuyorum. kendisini gözünüzün ısırıyor olabileceği yerler across the universe, 21, the other boleyn girl, (asla film kaçırmam süper bir insanım derseniz) fifty dead men walking, efendime söyleyeyim the heartless diye sürüp gidiyor.
"Ben altı yaşından beri son derece sevimli, düzgün, ilginç bir insanım lan- hatta belki daha uzun süredir."
jim'in asıl dikkatimizi çekişi across the universe'teki jude rolüyle oldu (sonradan aaa, o oğlancağız jim'miş diye the other boleyn girl'leri falan dönüp izledik hep). hayır, biz beatles'ın adını across the universe'le duyanlardan değiliz (ben fiilen altı yaşından beri beatles dinliyorum ulan, evde duruyor kasetler) (niye çoğul konuşuyorum bilmiyorum, bunların hepsini tek başıma yaptım), ama işte şimdi düşününce across the universe de öyle çok boş beleş bir film değilmiş ki arşivimize (bak yine) jim sturgess gibi müstesna katkılar yapmış. zaten bay sturgess öncesinde hobi olarak müzikle uğraşmış; ergenliğinde "hadi beyler grup kuruyoruz yeni nirvana olucaz" gazlarına gelmiş; yani adeta içimizden biri. fakat o kadar da değil. en azından benim diyen şarkıcıdan özel bir sesi var, kendinden efektli. across the universe'te her şarkı bildiğin sahnenin çekimi sırasında kaydedilmiş diyorum lan! bu yeterince etkilemediyse; ayrıca across the universe'teki şarkıların live versiyonlarını da izledim, adeta filmdekinden güzel söylüyordu diyorum lan! eğer ki ne kadar ergenleştiğimi ifade edemediysem şöyle de diyorum: oluuummm manyaktı var yaaa.
"Selam ben Jim. Çok fena birilerini anımsatıyorum ama o birileri de beni anımsatıyor olabilir, anlayın işte durumlar karışık."
bence, ve araştırdığım kadarıyla internetçe, biraz (muhtemelen benzediği için across the universe'teki rolü aldığı yani bir manada bugün kendisini tanıyor olmamıza vesile olan) paul mccartney'i, hafif syd barrett'ı, azıcık da daniel brühl'ü andırıyor. ama bence en çok benzediği şey: hani bir coffee shop'ta, veya ne bileyim, pub'da biriyle tanışırsın. bir şeyler olur. ancak sonradan farkedersin ki başına gelen en güzel şey odur. jim'in kırpık saçlarını seviyorum. o saçların haddinden beyaz bir alna düşüşünü. sonra, fazla koyu gözlerini. ben güzel gözleri ve uzun kirpikleri erkeklere daha çok yakıştırıyorum. jim'inki gibi gözleri, hani sanki ileride piyasa olmasından korktuğun bir indie brit band'in konserinde veya machester sokaklarında görebilirsiniz. o hissi seviyorum. bir de ufak not; beyimiz university of salford mezunuymuş, salford iliğimi kemiğimi kuruttun daha ne istiyorsun şerefsiz!
Ha bir de aklıma gelmişken; benim senelerdir aradığım ideal (erkek) (profilden) burun-dudak yüksekliği oranı bu işte lan! Bu lafımdan sonra ciddiye alınmayacağımın farkındayım, ama bu keşif inanın kendimle ilgili bir gizemi çözmemi sağladı, hayatımda büyük bir boşluğu doldurdu ve hayır, ben de kesinlikle bunu topluma anlatabileceğimi düşünmüyorum. Hayır, yetmediği gibi önden de aradığım başka bir mükemmel burun-dudak oranına sahip haspam, ama ona sonra geleceğim.

hazırsanız videolara giriyoruz. across the universe'ten bu videoda jim "I've just seen a face" diyor. ben ancak "bizi de gör abi" diyorum.


bir de izninizle şu şekilde bir maruzatım olacak; kendisinin sanıyorum the other boleyn girl'den başlayarak epey bir filmini izledim, en azında benim kafamda üç aşağı beş yukarı hiç bir tipolojiye yerleşmeyecek kadar farklı karakterleri oynadı. adam oyuncu beyler: jim bir rolde çok piç, çok çaresiz, çok sevimli, çok sıradan, çok sert, çok masum olabiliyor. ben şahsen süt çocuğu hallerinin hastasıyım, ukala havalarını bandıra bandıra yerim, flörtöz tavırlarını nikahıma alır, çaresizliğinin üzerine evi yaparım. bunların hepsini gördük. ama kaç filmdir dikkatimi bir şey çekiyor: hep aynı öpüşüyor. tıpatıp aynı. her karakterde. ağzını fazla açıyor. gözlerini fazla yumuyor. fazla gömülüyor. fazla ciddiye alıyor. bir olmak ister gibi. yemek ister gibi. hani; diyeceğim ki yanlış anladığı için doğru anlamış. eloğlu da bunu farketmiş ve üşenmemiş, güzel bir kolaj hazırlamış; for your enjoyment:


güzelim bir malatya/arguvan yöresi türküsü der ki: etek sarı sen etekten sarısın/kurban olam beydağının karısın/sordum soruşturdum kimin yarısın (stalking kültürümüzde var, demeye getiriyorum. neticede bu toprakların bazı kuralları var ve onlara uyulacak). örf ve ananelerimizi yerine getirmek adına ben de efendi efendi "jim sturgess girlfriend" yazıp aradım (bu yazı için değil, öncesinde de aramıştım, valla). 2003'ten beri "ve klavyede mickey o'brien *alkışlar*" nam hanfendiyle berabermiş, haddime değil ama maşallah gayet mutlu gözüküyorlar, allah çok mutlu etsin.
Fakat şunu da belirteyim, ben seni ellerin olasın diye sevmedim Jim.
 ha bir de şöyle bir durum var, sırf sevgiböceği gibi olmak, veya manyak olduğumu gizlemek adına allah mutlu etsin demedim. sevdiğim aktörler yalnızca film icabı yenilince çok koyuyor, mesela "sekiz senelik eşiyle irlanda kırsalında mutlu bir hayat sürüyor üç tane de çocukları var" desen muhtemelen samimiyetle "ay <3" derim (bunun ötesinde bir yavşaklığa gerek yok, ben godoş değilim), fakat "2002'deki bir filmde scarlett'a kur yapmıştı" dersen darılırım (o değil de 2002'deki bir filmde scarlett'a kur yapan ne kadar çok taş aktör var farkında mısınız?). o yüzden mickey'ciğim değil fakat bir kate bosworth, bir evan rachel wood kalbimde bir yaradır. bu arada, film çekeceğiz ayağına yıllardır çocuğu hollywood'un bütün sarışınlarına yedirttiniz şerefsizler. neyse anne hathaway'le filmi geliyor da "jim'in yedirtildiği aktrisle özdeşleşme problemi" ortadan kalkıyor- bu arada benim de saçlarım artık koyu. hem de epey koyu, bildiğin anne hathaway rengi. kendi renginden 2-3 ton koyuya boyatacağım bir süre. film için değil lan, valla bak.


son olarak; hadi bir altın vuruş yapalım. o "kendinden efektli" sesiyle the heartless'ın soundtrack'inden "the other me"yi söylüyor, filmin galasında. klavyedeki kadın sevgilisi mickey o'brien. kayıt da öylesine güzel, öylesine köfte gibi sevimli ki; dudaklarındaki ıslaklığı görüyorsun. kendini kaybettiğini görüyorsun. içindeki tuhaf karıncalanmayı. o mikrofonun soğukluğunu kendi ellerinde hissediyorsun. çok mahrem bir anına tanıklık ediyorsun. arkadaşım, adamın sevişmesini görüyorsun resmen. biliyorsun ki jim hiç bir röpörtajında, hiç bir rolünde kendini böylesine açık etmeyecek.


sonsöz: hiç özbeöz güney ingiltereli taklidi yapma jim, er geç baba tarafından irlandalı çıkacaksın biliyorum. ben güzelden anlarım ve güzel dediğin hiç değilse baba tarafından irlandalı olur.

şahane sizsiniz efendim.

son yazılardan birine yorum yapanlar, hatta bana şahane diyenler olmuştu. ne diyeceğimi bilememiştim. belki de o yüzden bir süre yazmadım. easasen çok yazdım da, yayınlamadım. biraz düşündüm. ne diyeceğim biliyor musunuz: şahane sizsiniz efendim.

ha bu arada, birtakım sesler duyuyorsunuz. doğaldır, çünkü blogumuzda bir takım hareketlenmeler var. şerefsizsin morrissey çok yakında komikli şakalı günlük hayattan kesit yazıları (evde parti falan verdik, onlar hep), bir adet gözleri gönülleri şenlendirecek (1. geleneksel) "yavrunuzun sayfası" köşesi, efendime söyleyeyim bir adet baymaya aday bir smiths/morrissey yazı dizisiyle geliyor, en azından. yani anlayacağınız büyükşehir çalışıyor. birsen adlı bir büyüğümün bana öğrettiği şekilde "az laf çok iş" diyeceğim de, blogumuz da laftan ibaret, o yüzden demiyorum.

Monday, April 18, 2011

mert için.

bugün size mert'ten bahsedeceğim.

mert bizim izmir'deki komuşumuzun oğlu. annemlerin geçen sene taşındığı sitede karşı evde oturuyorlar. mert liseye gidiyor. kendisi cüce. ben mert'i severim. herkes mert'i çok sever. konuşması kolay, eğlenceli, şen bir insandır. mert'in bir köpeği var, alex. köpeği de en az mert kadar arkadaş canlısıdır, akşamları bizim eve uğrar. alex gelince mert'i anarız. yalan olmasın; ben mert'i beş, bilemedin altı kere; izmir'e birkaç gün için uğradığımda görmüşümdür. tanışır tanışmaz beni facebook'tan bulup eklemişti. bir keresinde de "mert listed you as his sister" diye mail gelmişti. teyallaam, dedim, gülümsedim, bir şey yapmadım. bir de, şey işte; mert bu aralar bir ameliyat olacaktı. boy uzatma ameliyatı; hani kemiklerini kesiyorlar da kaynarken uzatıyorlar, işte ondan. altı ay okula gidemeyecek, evde oturacaktı. 18 santim uzayacaktı. az değil. ne cesur çocuk, demiştik. altı ay az değil.

bugüne geliyoruz: paris'te ilk kez bir randevum var. dün galeries lafayette'e gidip parfüm aldım. bana ufak bir dior torbası yaptılar. kurdeleli. içinde parfümüm ve yanında bir sürü tester. metroya binmeden önce bir süre kendi kendime torbamla salındım sokaklarda. belki yalnızca o an, bu parfüme natalie portman'dan biraz daha fazla yakışıyordum. paris her zamankinden azıcık daha şen ve fütursuzdu. eve gelince torbayı bir yere astım. hala da bakıp duruyorum. işte öyle, yeni parfümümden memnunum, bu akşam date'e gidiyorum ve ne giyeceğimi bile biliyorum.
Bu konuyla son derece alakasız resmimizde çok sevdiğim biri 7 yaşında ve gülümsüyor.
sonra bu alakasız iki konu bir araya geliyor. çıkmam gereken zamana iki-üç saat kala annemle konuşuyorum ve mert'i soruyorum. ameliyattan sonra komplikasyonlar çıkmış. durum kötüymüş. kurtulacağını sanmıyorlarmış. ben şimdi buram buram miss dior cherie* kokarak evden çıkacak, ince bacaklarım üzerinde seke seke metroya gideceğim. mert ise belki birazdan ölecek. niçin? genetik piyango bana vurmuş. çok da bir piyango olmasına gerek yok: neymiş efendim, kemiklerim azıcık daha uzun olduğu için ben bu akşam date'e gidiyorum. kafamı kitaba gömmüş bob dylan söylerken çok sevimli göründüğüm için. aferin bana! benim aman saçım çok mu koyu, çok mu açık, şuram iki milimetre fazla mu büyük, bu elbise bu popoyla olmadı diye günlerim geçiyor. velev ki bunu yapmadım, aman da ne süpermişim ben diye gururla salınacağım; onu da istemiyorum. ne yapmak lazım hiç bilmiyorum. işin kötüsü, bunları çıkarsam hayatımdan geriye ne kalacak bilmiyorum.


aynaya bakar bakmaz ağlamaya başlıyorum. başımı çevrince duruyorum. içim karardıkça kararıyor. bir el göğüs kafesimde, ciğerimi sıkıp duruyor. zaman geçmek bilmiyor. zaman yanlış. bütün vücudum kasılmış, hareket edemiyorum.çocukluğumun kimbilir neresinden miras kalan, çok üzülünce istemsiz olarak bacak kaslarımı sıkma huyum vardır. bazen öyle sıkarım ki sonrasında bazen bir gün geçmez, kasılı kalır, ölümüne ağrır ve ne fiziksel, ne de psikolojik acıyı unutmama izin vermez. işte o oluyor. bir köşede ayakta durup hayatı anlamaya çalışıyorum. sonra tek yapabildiğim bir şeyleri alıp atmak olduğu için odayı toplamaya başlıyorum. yerden dolaba, yerden çamaşır torbasına. yataktan yere. atıyorum. atıyorum. bir beş dakika içinde oda aylardır olduğundan toplu görünüyor.

ali ahmet mehmet ayşe fatma. deniz. biz bu akşam dışarı çıkıyoruz. bugün cumartesi ya. biz dışarı çıkmak zorundayız. mert ise belki ölüyor.
sonra parfümümü sürüp gidiyorum. üst notalarda çilek, mandalina ve kiraz var. metroda aktarma yaparken yürüyen insanları görüyorum. devam ediyorum. date cidden korkunç geçiyor. hayır, "ya işte sıkıldık, farklı insanlarmışız, oluru yok abi" tarzı standart kötü geçen date değil, olmaması gereken saçma şeyler oluyor. sanırım orta notalardaki yasemin ve karamel onun burnuna gelmiyor. 23:30'da ben tekrar metrodayım, öyle söyleyeyim. eve dönerken neredeyse ağlayacağım. sonra durup diyorum ki; kızım, bıraksana onu bunu sen. o andan itibaren randevunun hikayesi benim için en fazla bir geyik malzemesi, bir "olm dün akşam çoğacayipti değil mi lan" oluyor. alt notalardaki misk ve paçuliyi ancak o zaman duyuyorum.

ve ben bir kenarda durup mert'e ağlıyorum.


mert; canım benim. bütün bencilliğimle, ben döndüğümde orada olmanı istiyorum. sen yeter ki iyileş, seni hayat boyu en bi' kardeşim olarak listeleyeceğim.

not 1: bu yazıyı cumartesi yazmıştım ama sonra yayınlayamadım. istemedim. içimden gelmedi. bugün annem haber verdi, mert iyileşiyormuş. annesi arayıp müjdeyi vermiş, birkaç güne yoğun bakımdan çıkaracaklarmış. "sen de gir facebook'tan mesaj at, girer yakında" bile dedi. hayat, sen az şerefsiz değilsin ama arada böyle kıyaklar da geçiyorsun ya bizlere. affediveriyorum seni. her seferinde.

not 2: "çoğacayipti olm" altbaşlıklı bu date'in hikayesi de burada bitmeyecek. çünkü cidden çoğacayipti olm. bu avrupa'da erkeklerin sularına ilaç mı katıyorsunuz ne yapıyorsunuz da böyle dengesiz oluyorlar anlamıyorum ki birader.

*eğer beni azıcık tanıyorsanız bunu açıkça söylemem garibinize gitmiştir.triplerimden birazcık kurtulmaya karar verdim, başlangıç olarak da pafümümü açıklıyorum sevgili okurlar. kaç senelik "I don't reveal my perfume" tribinde sona yaklaştık demek, hadi ya? fakat o senelerdir söylemediğim parfüm bu değil, bunu yeni aldım. onu belki nirvana'ya daha bir ulaştıkça söylerim. 
fakat miss dior cherie süren kız 23:30'da metroya bırakılmaz, onu da belirtmek istiyorum.

Wednesday, April 6, 2011

reel around the fountain... falan filan.

ben bu resmi çok severim. (nan goldin: rise and monty kissing on the chair. c. 1988)

büyük ihtimalle bir partide, habersiz çekilmiş. arkadaşların üst-başlarına bakarak gereksiz bir bilgiçlik taslayıp doksanlar sonu diyesim geliyor, tutuyorum kendimi. kaç ay oldu, yazındı sanırım, bir blog keşfetmiştim. bu resmi de ilk orada gördüm. genç bir kızın düzensizce, kimi zaman fazla enter'a basıp yılmaz özdil'leşerek aldığı hayat notlarından oluşuyordu. fazla çiğ ve fazla gerçekti (ve ben buna bayılıyordum). sonra sahibesi yazmayı bıraktı zaten.

az önce resim tekrar aklıma geldi de arayıp buldum, sonra neden bu kadar seviyorum bunu diye düşündüm: bu resim benim için en az üç kutu biranın, hafifçe başının dönmesinin, birini öperken salıncakta sallanıyor hissini nihayet hissetmenin, gümbür gümbür müzik çalınan bir yerde müziği, hiç bir şeyi duymamanın mümkün olmasının, belki sabaha azıcık pişman olacağın şeyler yapmanın resmidir. vücut hatlarının neden var olduğunu birden idrak edivermenin ve her şeyin daha bir anlam ifade eder hale gelmesinin. the globe'un ve heineken'in. saat kaç? falan filan. işte böyle böyle kişisel muhabbetlere girmiş halde buldum kendimi.

bana öyle geliyor ki insanlardan çok hisleri özlüyoruz. onların bize hissettirdiklerini. sonra kendimi bir kenara çektim ve farkettim: evet paddy milletin efendisidir ama sanırım ben artık malum ex-yarimi değil, birinin beni öperek susturmasını özlüyorum. kulağıma ikide birde "deniz, you're a very pretty girl" diye fısıldamasını. dudaklarımın çizik içinde kalmasından ancak mutlu olmayı. bunları deli gibi özlüyorum evet. ama o kadar. yoksa bunları hissettirmeyenin o olması acı vermiyor. geçen hafta bir şey oldu: kaç aydır ilk kez başka birinin beni öperek susturmasını istedim. işte o yüzden, bundan sonra ille de bir şeyin peşine düşeceksem bu hislerin peşine düşeceğim.



konuyla tam bağlantılı olmasa da hafif alakalı olabilecek not: ben hep bu şarkının haddinden fazla genç ve toy bir steven patrick morrissey'le (morrissey'in ergen halini getirin şimdi gözünüzün önüne. gelmedi di mi? fazla ergen di mi?), manchester'ın bir banliyösündeki bir fahriye abla'nın 1974, bilemedin 75 civarında yaşadığı ufak bir macera üzerine olduğunu düşünürüm. tabi büyük ihtimalle o zaman morrissey için ufak değildir, kimbilir ne yaralar açmış, kanın ürkütücü derecede tanıdık tadını ona kaç kere tattırmıştır da, neyse. ama klasik the smiths şarkısı zedeleyiciliğinin aksine reel around the fountain acıtmadan, şöyle bir okşayıp geçerek akar. artık steve değil morrissey olan adam yılların perdesi ardından fahriye abla'sına gülümser ancak. 

sözerin bittiği yerdeki not: bugün blogger'a girerken amacım şuydu: resmi koyup, altına da sadece "ben bu resmi çok severim" yazıp yayınlayacaktım. şu an da industrial organization sınavı konularını yarılamış olacaktım. evet. ama ne yapabilirdim ki? anlatacak çok şey vardı, o yüzden kendimi tutamadım. hala da çok şey var. freud'u ve misschattenoire'ı kısa bir süreliğine viyana'da ziyaret edip doğal habitatlarında inceleme imkanı buldum, sonra freud'la irlanda'ya gittik geldik, ada halkından tavrı yedik, bir sürü ters olay yaşadık, bir sürü geyik yaptık, umut'la tekrar konuşmaya başladık, biriyle tanıştım ve yine ergen triplere girdim, hayat felsefem kendiliğinden değişti, kendimi yeniden tanımladım, biraz daha büyüdüm, başka bir takım garip olaylar yaşandı, falan filan.

Friday, March 18, 2011

selams

selam, ben deniz. 20 yaşındayım. dublin'den bildiriyorum. boş vakitlerimde alakasız insanların egolarına tavan yaptırıyorum. yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyorum.

Sunday, March 6, 2011

lisa mitchell: "ay yazık kıııızzz"

gençler söyleyin bakalım, feyste tıvitırda bangır bangır reklamını yapıyorum beş aydır, hala lisa mitchell'a neden gereken ilgi gösterilmiyor? evladım komik bir şey varsa söyleyin hep birlikte gülelim.



lisa benimle aynı yaşta. avustralya anayasasının değişmesi teklif dahi edilemeyen maddelerinden olan "her avustralyalı ille de muhteşem bir insan olacak" kanunu gereği, o da doğal olarak muhteşem bir insan. daha 16 yaşında, mini mini minicikken australian idol'la tanınmaya başlamış, bu tip şarkı yarışmalarının dünya tarihinde ilk kez bir işe yaramasını sağladıktan sonra da kendi albümünü çıkarmış. müziğini şahane bir şekilde "candy-coated folk-pop with a fierce and often dark heart" olarak tanımlamış birileri, ben de çalmakta beis görmedim, göremedim. lisa bana morrissey'i, audrey hepburn'ü, ağlamadan önceki son üç-dört saniyede sesin titrek çıkışını, marais'deki vintage dükkanlarını, frambuazlı tartelette'leri, tumblr'ı, yeni evimizde pazar sabahlarını, yalnız başına yürümeyi, terkedildikten sonra birkaç dakika ağlayıp içinin temizlendiğini hissetmeyi, buraya getiremediğim ufak beyaz demliğimde çay yapıp sütle içmeyi ve daha bir çok başka sevdiğim şeyi anımsatıyor.

lisa mitchell'ı ilk annem keşfetti. yani bizim aileden ilk demek istiyorum, yoksa annemin bir erol köse durumu yok. otoyolda bastırmış giderken radyoda neopolitan dreams çalmış, çok hoşuna gitmiş. o gün güneşliymiş ve her taraftan başka sihirli melodiler geliyormuş. sonra şarkının peşine düşmüş (sanıyorum bu annemin jargonunda google'da aramak anlamına geliyor), bulup klibini izlemiş, daha da sevmiş. lisa'yı biraz da bana benzetmiş. yani tek tek baktığında hiç bir benzerliğimiz yok ama, bence o awkward utangaç tavırlarını benzetmiştir. belki de o gözlerini kocaman açışını. sonra ben izmir'deyken bir ara bana da izletti. izler izlemez hem annemin ne demek istediğini, hem de lisa'yı anladım, bence tanışsaydık o da beni anlardı: neticede müzikte insan esasen hep kendi hikayesini dinlemek istiyor. en çok kendi dertlerinden etkileniyor. işte o zamandan beri de lisa mitchell'ın müziği hayatımda mühim bir parça olarak yer alıyor.

 insanlar bilmezler; biz gözlerimizi çok masum ve şirin olduğumuzdan değil, gözyaşlarımız rimelimize değmesin ve daha çabuk kurusun diye öyle kocaman açıyoruz. şimdi siz muhtemelen bu çocuk-kadın görünüşüne rağmen umutsuzca karanlık bir kalbe sahip olmanın ne demek olduğunu da bilmiyorsunuz. ama mesela ben biliyorum ki lisa kendini kendine kanıtlama çabası gütmediği günlerde üzerinde sevimli desenler olan penye iç çamaşırları giyiyor. kırmızı ruj sürdüğü kliplerine bakınca hep "keşke biraz daha az sürseydim, hatta hiç sürmeseydim" diyor ama sonraki sefere yine sürüyor. takmaması gereken bazı insanları takıyor. ben yine de kimsenin onu üzmemesi gerektiğini, bunun haksızlık olduğunu düşünüyorum ama lisa müziğini gün boyu topladığı ufak hayal kırıklıklarıyla besliyor, o yüzden de mutsuzluğun o kadar da kötü bir şey olmadığını düşünüyor.

uzun lafın kısası, bacım lisa'yı üzen karşısında beni bulur gençler. (sanırım avustralyalı olmadığımdan) o kadar şahane bir insan değilim, o yüzden lisa'ya ancak yine kendi sözlerini gönderebiliyor ve kendisini bol bol öpüyorum:

"deepest of the dark nights, here lies the highest of highs."

Friday, March 4, 2011

sevişmeyin demiyorum hobi olarak yine sevişin

 günün sözü:
"bak misal az önce şu kızla takriben üç saattir aralıksız yiyişirken içim kan ağlıyordu, memlekette yavuklum var benim çok seviyorum ulan, dönüşte babasından isteticem annemgile, ama burada bulunduğumuz süre içinde yapmak zorundayız, istemesek de sevişicez, sike sike sevişicez şekip." (üç aşağı beş yukarı söyleyen: bizim okuldan hollandalı bir çocuk, yer: belinize kuvvet party çıkışı metro yolu, saat: 5:58)
İstanbul Üniversitesi'nde okuyan Rutenyalı Erasmus öğrencisi Hürrem
dertliyim dostlarım. zira bu aralar erasmus çevreleri kitleler halinde sanat için, bilim için soyunuyor. soyunmayanlar mimleniyor. o yüzden ipleri içimdeki daye hatun'a teslim ediyor ve başlıyorum.

bu konuda her gün duyduğum söylemler üç ana grupta toplanabilir. aslında kassan beş grupta dahi toplarsın, seven ne yapmaz şekip. neyse ne demiştik:
 
"geçen arkadaşın biriyle seğişiyoz, neticede erasmustayız, sonra telefon çaldı kim arasa beğenirsin": saldıray abi'yi yüreğinde yaşatan bu grubun temel taşlarını direkt yazma niyeti olmayan fakat piyasayı hareketlendirmek isteyen erasmus arkadaşlarımız oluştuyor. "come oooon you're in erasmus" genelde en sevdikleri çin atasözü, fakat malesef ben hep "balık vereceğine balık tutmayı öğret"i sevdim. fakat neticede saldıray abi türk televizyon tarihinin en mühim karakterlerinden biridir, onu temsil ettikleri için çok da gıcık kapamıyorsun ki bunlara (saldıray abi konusu tabi ki burada bitmeyecek, takipte kalın).

"selam ben johannesburg'dan jeremy, fakat malum erasmustayız popoyu bi ellemezsem olmaz": 
sürtünme arkadaşım, sürtünme güzel kardeşim. bak nasıl da güzel anlaşıyoruz sen böyle seksomanyak davranışlarda bulunmayınca (bu cümle bir süre önce saçma bir nedenden dolayı hayatımdan çıkan ve çok özlediğim bir arkadaşıma adanmıştır. umut, olur da denk gelir ve bunu görürsen diye söylüyorum; neden artık konuşmuyoruz neredeyse hiç bir fikrim yok. çok özlüyorum ulan seni! görüyorsunuz şerefsizsin morrissey sinan çetin'le film gibi'nin boşluğunu doldurmayı hedefliyor)


"hayrola, halvete mi gidiyorsun hürrem hatun?": bu grubun asıl örneğini teşkil eden sevgili ev arkadaşlarım düzenli olarak her markete çıkışımda "kiminle buluşmaya gidiyorsun, yakışıklı mı bari, işi iyi mi, kaç kardeşler?" diye sormayı ihmal etmiyorlar. erasmusum ya, her gün metroda başka bir hayatımın aşkıyla tanışacağım veya böyle çılgın seksler entrikalar dönecek illa. bu yolda mütemadiyen ergenleşiyorlar, zaten çok seviyorum iyicene bir süper oluyorlar lan. adeta siz nasıl beni 13 yaşında gibi davrandığım için seviyorsanız ben de onları öyle seviyorum.

geçen gün bunlarla dışarı çıktık, sonrasında onlar eve dönecek ben de bir gerizekalı erasmus event'ine katılacağım, o yüzden yavşak bir erasmus kardeşimize (herkesbanahastahedehödö) mesaj atıp adresi almam gerekti.

m (25, airfrance'ta kaptan pilot, cidden): enişte mi yoksa????
d (20, blogger):  yok abi, cidden değil. mekanın adresini alıyorum.
m (25, airfrance'ta kaptan pilot ama bu noktada 12 yaşında bir kız çocuğuna dönüşüyor): nereli haa söyle! ölümü gör söyle! lütfeeeen!

 sırf bu konudaki istikrarlarını acayip takdir ettiğimden bir sonraki sefere marketteki kasiyeri "nişanlandık biz" diye getirmeyi düşünüyorum, maksat sevinsin çocuklar, evde bir bayram havası essin. şerbet ve lokma dağıtılsın, hiç bir masraftan kaçınılmasın daye hatun. gidip altın saçalım mı mustafam? gerçi son günlerde çok başarılı bir kampanya yürüterek kendilerini halvete gitmediğime ikna ettim sayılır ama bu sefer de ne zaman gideceğimle ilgili ciddi bir iddiaya girdiler. kazanırsam mahallede aşure ve iddiadan kazanacağım biraları dağıtacağım hayır için. lafayette babaya adak adadım o longchamp çantayı  alacağım.

Mahi ve Süleyman Manisa Celal Bayar Üniversitesi'ndeki mutlu günlerinde, henüz Süleyman İstanbul Üniversitesi'ne transfer olmadan
bakın hobi olarak yine sevişilsin, yapan yapsın, gençler kaynaşsın da; benim derdim "mecbur birilerini götürücez abi erasmustayız" yaklaşımıyla. sinir katsayısının artması nedeniyle yazının sonuna yaklaşırken belirtmek istiyorum ki şu kadar yazı yazdım fakat hala niçin erasmus'ta normalden daha çok sevişilmesi gerektiğini anlamadım.

Süleyman ve Hürrem birlikte aldıkları Fizikokimya dersinde
son olarak; aşağıdaki mühim ali güven eserini tüm erasmus öğrencisi kardeşlerime gönderiyor, odanın ortasında tarzım değil'le çılgınca apaçi dansı yaparken hepinizin gözlerinden öpüyorum. içimdeki ergen ve içimdeki daye hatun da tüm o unreleased sexual energy'lerinin verdiği huzursuzlukla sizlere el sallıyor, öpücük yolluyor ve bir takım tuhaf hareketler yapıyorlar (yazının geneliyle çelişecek biliyorum ama siz de muhteşem yüzyıl'daki daye hatun'a zaman zaman "seviş rahatlarsın bacım" deme isteği hissediyor musunuz?). zaten an itibariyle türkiye'yle tek bağlantım muhteşem yüzyıl ve apo, son yazılardan da belli oluyordur.

 

Wednesday, February 23, 2011

domuz keyfi çöpte bitti

hürriyet'in internet sitesinde meraklıları için bir üçüncü sayfa bölümü olduğunu biliyor muydunuz? hadi bu kıyağımı da unutmayın. hatta bir kıyağım daha olsun, bugün sayfada dikkatimi çeken bir haberi sizinle paylaşmak istiyorum:

dün akşam paris'in 9eme arrondissement semtinde akıllara durgunluk verecek bir olay yaşandı. tavuk göğsü zannederek aldığı şeyin sirkeye yatırılmış domuz işkembesi sosisi olduğunu paketin üzerindeki adı google'da aratarak öğrenen ve aç olduğu gerekçesiyle yemeye karar veren erasmus öğrencisi deniz l. ç. (20) ekiplerin dört dakika süren çalışması sonucu kurtarıldı.
21:10 sularında an itibariyle konuşmakta olduğu ve olayı anlattığı tecrübeli muhafazakar abdullah a. (21) tarafından daha ilk lokmayı ağzına atmadan çevik bir manevrayla acilen skype'a çağırılan genç kız başlarda geri adım atmamakta direnirken, saatler 21:14'e yaklaştığı sırada ikna çalışmaları sonuç verdi. "inanmasalar da sevdiklerimin benimle birlikte cennete gitmelerini istiyorum" denilerek sersemletilen deniz l. kıskıvrak yakalandı ve domuz sosisini atması sağlandı. kısa süre önce nüfus cüzdanından din hanesini sildirdiği öğrenilen talihsiz genç kız marketin helal et reyonunda müşahade altında tutuluyor.