Wednesday, April 6, 2011

reel around the fountain... falan filan.

ben bu resmi çok severim. (nan goldin: rise and monty kissing on the chair. c. 1988)

büyük ihtimalle bir partide, habersiz çekilmiş. arkadaşların üst-başlarına bakarak gereksiz bir bilgiçlik taslayıp doksanlar sonu diyesim geliyor, tutuyorum kendimi. kaç ay oldu, yazındı sanırım, bir blog keşfetmiştim. bu resmi de ilk orada gördüm. genç bir kızın düzensizce, kimi zaman fazla enter'a basıp yılmaz özdil'leşerek aldığı hayat notlarından oluşuyordu. fazla çiğ ve fazla gerçekti (ve ben buna bayılıyordum). sonra sahibesi yazmayı bıraktı zaten.

az önce resim tekrar aklıma geldi de arayıp buldum, sonra neden bu kadar seviyorum bunu diye düşündüm: bu resim benim için en az üç kutu biranın, hafifçe başının dönmesinin, birini öperken salıncakta sallanıyor hissini nihayet hissetmenin, gümbür gümbür müzik çalınan bir yerde müziği, hiç bir şeyi duymamanın mümkün olmasının, belki sabaha azıcık pişman olacağın şeyler yapmanın resmidir. vücut hatlarının neden var olduğunu birden idrak edivermenin ve her şeyin daha bir anlam ifade eder hale gelmesinin. the globe'un ve heineken'in. saat kaç? falan filan. işte böyle böyle kişisel muhabbetlere girmiş halde buldum kendimi.

bana öyle geliyor ki insanlardan çok hisleri özlüyoruz. onların bize hissettirdiklerini. sonra kendimi bir kenara çektim ve farkettim: evet paddy milletin efendisidir ama sanırım ben artık malum ex-yarimi değil, birinin beni öperek susturmasını özlüyorum. kulağıma ikide birde "deniz, you're a very pretty girl" diye fısıldamasını. dudaklarımın çizik içinde kalmasından ancak mutlu olmayı. bunları deli gibi özlüyorum evet. ama o kadar. yoksa bunları hissettirmeyenin o olması acı vermiyor. geçen hafta bir şey oldu: kaç aydır ilk kez başka birinin beni öperek susturmasını istedim. işte o yüzden, bundan sonra ille de bir şeyin peşine düşeceksem bu hislerin peşine düşeceğim.



konuyla tam bağlantılı olmasa da hafif alakalı olabilecek not: ben hep bu şarkının haddinden fazla genç ve toy bir steven patrick morrissey'le (morrissey'in ergen halini getirin şimdi gözünüzün önüne. gelmedi di mi? fazla ergen di mi?), manchester'ın bir banliyösündeki bir fahriye abla'nın 1974, bilemedin 75 civarında yaşadığı ufak bir macera üzerine olduğunu düşünürüm. tabi büyük ihtimalle o zaman morrissey için ufak değildir, kimbilir ne yaralar açmış, kanın ürkütücü derecede tanıdık tadını ona kaç kere tattırmıştır da, neyse. ama klasik the smiths şarkısı zedeleyiciliğinin aksine reel around the fountain acıtmadan, şöyle bir okşayıp geçerek akar. artık steve değil morrissey olan adam yılların perdesi ardından fahriye abla'sına gülümser ancak. 

sözerin bittiği yerdeki not: bugün blogger'a girerken amacım şuydu: resmi koyup, altına da sadece "ben bu resmi çok severim" yazıp yayınlayacaktım. şu an da industrial organization sınavı konularını yarılamış olacaktım. evet. ama ne yapabilirdim ki? anlatacak çok şey vardı, o yüzden kendimi tutamadım. hala da çok şey var. freud'u ve misschattenoire'ı kısa bir süreliğine viyana'da ziyaret edip doğal habitatlarında inceleme imkanı buldum, sonra freud'la irlanda'ya gittik geldik, ada halkından tavrı yedik, bir sürü ters olay yaşadık, bir sürü geyik yaptık, umut'la tekrar konuşmaya başladık, biriyle tanıştım ve yine ergen triplere girdim, hayat felsefem kendiliğinden değişti, kendimi yeniden tanımladım, biraz daha büyüdüm, başka bir takım garip olaylar yaşandı, falan filan.

1 comment: