malumunuz, yabancı dizi veya siyenbisie dizisi dediğimiz camiada yeni sezon çoktan başladı, kimi dizilerin dördüncü bölümü dahi yayınlandı. serena'lar, dexter'lar, how I met çok bozdu'lar adeta havada uçuşuyor. benim ise bir süre iş güç nedeniyle elim tam anlamıyla armut topladı ve sonunda suçluluk duygusuna dayanamadım, geçenlerde bir gün oturdum ard arda dört dizinin yeni sezon ilk bölümlerini izledim; onların üzerine de hızımı alamayıp birkaç tane ikinci, üçüncü bölüm çaktım. neticede ben avustralya, yeni zelanda, tazmanya ve batı samoa adaları'nın resmi yengesi titrini1 kazanmazdan, anzak yarim'le
"meraba meraba, du yu layk istanbul, bosforus blu mosk kebap veri nays,
hmmm siz de mi morrissey" seviyesinin ötesine geçmezden önce her
şehirli seküler orta-üst sınıf eğitimli türk genci gibi boş zamanlarımda
"yalnızca siyenbisie dizileri izliyorum :))))" demekten hoşlanıyordum. ben buydum.
sersemlemiş ifademden şüphelenen anzak yarime durumu açıkladığımda ise, tam da bir avustralyalının gözüne sinek konmuş somalili çocuğa bakacağı gibi bir merhametle bana baktı. "ya üzülme canım ya, seni dizi izlemene rağmen seviyorum ben, sırf o yüzden düşük bir insan olarak görmüyorum seni. herkesin böyle zayıf noktaları olabilir, kimse mükemmel değil" demeciyle o dizi karşıtı, o protest tavrını vurguladı.
Çanakkale geçilmez, ben izin versem How I Met Your Mother kadrosu vermez.
kırılmış, sinirlenmiştim. dizi konseptine karşı olabilirdi ama bana normalde kırçiçeğim, gün ışığım muamelesi yapan adam neden şimdi "aşkım 3 saat boyunca aralıksız yıldız tilbe dinledim tam da ordan geliyorum, izninle biraz uzanıp dinleneceğim" demişim gibi tepki vermişti? ayrıca bir kere babasının çanakkale'de ne işi vardı? karar verdim, sert konuşacaktım. "avustralyalı olmuşsun ama insan olamamışsın. burda six feet under, how I met your mother, lost, gossip girl, father ted,
simpsons, freaks and geeks, girls, big bang theory raising hope, two
broke girls, dexter, house, good christian bitches, arrested
development, the office UK, the office US, CSI miami, CSI new york, hart
of dixie, borgias, spartacus ve benzeri isimlerden bahsediyoruz, dizi diye sanki mahallenin muhtarları falan izliyorum, hayret bişi yaaa" şeklinde çemkirmeye başladım.
ve kesin konuşacağım, bunları söylememle bir dönem gerçekten hür irademle mahallenin muhtarları izlediğimi hatırlamam arasında geçen dört, hadi bilemedin beş milisaniyede bir daha hiç olamayacağım kadar mutlu bir insandım.
gerçi mahallenin muhtarları izlemiş olmam o zamanlar anaokulunda olmama vakfedilebilirdi ama maalesef onunla da kalmamıştım. ben ne gecelerini seymen ağalar, zeynolar, memoliler ve çok benzerlerine vakfetmiş bir insandım. sonrasında oturdum, kendimi sorguladım, hayatımın bir noktasında şöyle ya da böyle izlemiş bulunduğum en kötü diziler listesi yaptım ve gençlere ibret olayım, utançla kıvranayım, bir daha yapmayayım diye bunu burada yayınlıyorum. işte o utanç listesinin ilk maddesi:
1. kınalı kar, 2004
tahmini izleme süresi: 15 bölüm
It's gruesome that someone so handsome should care.
başrolü tam anlamıyla emrah'ın paylaştığını söyleyebileceğim kınalı kar, boş zamanlarında gerçekten çok zengin aile çocuğu görevini üstlenen idealist köy öğretmeninin, tayin olduğu köyün beyinin (yukarı köyün ağası cabbar'ın çoktan göz koymuş bulunduğu) huysuz ve tatlı kızı nazar'a aşık olmasıyla başlıyordu. dizi, "istanbul'dan çok uzaklaşmayalım, git-gel falan masraflı olmasın" mottosuyla (dönemin bir çok ağa dizisinin aksine) istanbul'a takriben iki saat mesafedeki bursa'nın cumalıkızık köyünde çekiliyor ve sürekli istanbul'a ne kadar uzak olduğu vurgulanan kınalı kar adlı hayali bir köyde geçiyordu (isim konusuna kabul edin ki şaşırdınız). kınalı kar, "gerdek hançeri" (bu gerçekten vardı), "fanfinilaylom elması töreni", "köycek topluca dolunayda sivilce sıkma senfonisi" gibi orijinal adetleri ve "bir erkek ile bir kadın gece yarısına sekiz dakika kala köprünün üzerinde karşılaşır ise üç nesil sonraki çocukları arasında bozulması teklif dahi edilemeyecek şekilde beşik kertmesi yapılmış sayılır" şeklindeki fantastik ve sayıca bol töreleriyle son derece realistik bir marmara yöresi köyü portresi çiziyordu.
diziden en çok akılda kalan karakter ise idealist emrah örtmen değil, huysuz ve tatlı nazar değil, türk dizi tarihinin en vurgulu konuşan karakteri olan cabbar ağa idi. "örtmeeeennnnnnnn, beeeennn saaaanaaaaa deeeeediiiiiiimm. caaaaaabbbaaaaarrr ağaaaaa, saaaanaaaaa deeeeedddiiiiii." şeklinde örnekleyebileceğimiz bir biçimde konuşan cabbar ağa sayesinde kınalı kar, 1.5 saati doldurma çabasında diğer dizilerden bir adım önde idi.
ailemin desteğiyle takriben 15 bölüm sonrasında kurtulabildiğim için maalesef sonunu burada aktaramadığım kınalı kar; annemle babamın yakın zamanda şehir dışına taşınması ve yaşadıkları köyün ilkokulundaki öğretmen, muhtar, ihtiyar heyeti gibi isimlerin hayatımıza girmesiyle bu aralar tekrar gündeme oturdu. şartlar müsait- muhtar amcanın bana göz koyması, sonrasında köy öğretmeninin bana aşık olması ve olayın duyulmasıyla birlikte babamın öğretmenin evinin önüne giderek "ÖRTMEEEENNNNN" diye bağırması gibi olaylar sonucunda kınalı kar tadını biraz olsun yakalayabileceğimizi umuyoruz.
"masum değiliz hiç birimiz"de gelecek bölüm: no 2 - melekler adası.
referanslar: 1 türkçesi bu, latincesi ise "iyi ki bir commonwealth üyesi ülkeden sevgili yaptı diye cambridge düşesi kate middleton olmuşçasına bir tribe girmek" şeklinde.
*2010, yaz başı. bir akşam uğur, umut ve ben okulun hemen yanıbaşında bulunan okaliptus kafe'de oturmuş çay
içerek aşk-ı memnu izliyor ve dalga geçiyoruz. saat 10 civarı ve mekanda bir
tek üçümüz varız. sonra içeriye takım elbiseli birtakım adamlar giriyor. bir
tanesi aralarından sıyrılıp "merhaba gençler ben belediye başkanıyım, selamlaşmaya
geldim" diyor. ve kendisi gerçekten sarıyer belediye başkanı şükrü genç. olayı
anlamlandıramadığımızdan bir süre donup kalıyoruz. istediği coşku düzeyini
yakalayamayan belediye başkanı "gençler bir çay ısmarlamadınız"
diye trip atarak beraberindeki yancı gibi adamlarla okaliptus'tan çıkıyor. çayımızı
yudumluyor ve akşama bihter ile devam ediyoruz.
8. unhappy birthday (albüm: "strangeways, here we come", 1987)
from the one you left behind. behind, behind, behind (yaşamına 22 yıldır türkiye'de kadın olarak devam eden biri tarafından yapılan içgüdüsel ekleme: "hayır şimdi behind deyince aklınıza yanlış şeyler gelmesin").
Nankörlük etme şimdi.
the smiths seven insan doğumgünlerinde unhappy birthday'i muhakkak hatırlar. bahsi geçen doğumgünü hem bu insanın kendisinin, hem morrissey'in, hem de zamanında kendisini arkada bırakıp gitmiş bir şerefsizin doğumgünü olabilir. bu sayede hiç değilse senede üç, dört kere unhappy birthday günü yaşanır; tabi bu sayı insanın hasarlılık düzeyine göre artabilir.
nefret
dolu sözlerine rağmen, veya daha doğrusu tam da bu yüzden, benim için
birine doğumgününde hediye edilebilecek en güzel şarkıdır unhappy
birthday: nasıl önemsemediğimiz birinden nefret de etmezsek. nasıl oscar wilde
bencil ve düşüncesizce hayatını mahveden, onu hapislerde süründüren
sevgilisi lord alfred douglas'a hakaret etmek, öfkesini boşaltmak için yazdığı
uzun bir mektup olan de profundis'i sonlara doğru istemsizce "dön bana"ya çeviriyorsa (moz'un
şarkı sözlerinde birebir kullandığı wilde sözleri de çoktur da, ben
daha ziyade wilde duygularına rastlıyorum; hem de gayet net ve şüpheye
mahal vermeyecek şekilde); unhappy birthday de çok değil, bir 15-20 saniye daha uzun olsa adamakıllı bir aşk şarkısına dönüşecek gibidir. nefret asla sadece nefret değildir- moz'un bir başka bir smiths şarkısında söylediği gibi; behind the hatred, there lies a murderous desire for love.
Ha şunu bileydin.
bir de başka şeyler var tabi. bu
şarkı bana irlanda'daki ilk günlerimi hatırlatıyor. sonunda irlanda'ya
gidebilmiş olmak, hava kararırken 10 numaralı otobüsle UCD kampüsüne
dönmek, yurda yürürken ayakkabılarımı çıkarıp çimlere çıplak ayakla
basmak, efendime söyleyeyim kahvaltıyı kuru üzümlü scone ve sütlü çayla yapmak, grafton street'teki h&m'den almış olduğum ve çok fazla şey
hatırlattığı için artık giyemediğim pudra rengi hırka gibi birtakım hoşlukları. şarkının konusunun irlanda
hikayemin olay örgüsünün en azından o kısmıyla pek bir alakası yok; ama o aralar genelde strangeways, here we come'a, özelde unhappy birthday'e
fena halde sarmıştım, deli gibi dinliyordum. işte o yüzden; garip bir şekilde bu asık suratlı şarkı benim için bir en asil duygunun şarkısı, bir umut sarıkaya tipi mutluluk tanımıdır.
*bu yazının kahramanı morrissey değil efendim. bu yazının kahramanı, bir zamanlar the smiths top 10 diye bir şeye giriştiğimi hatırlatıp, beni devam etmem için cesaretlendiren manolya.
dayanamadım, önceki yazıdan feyz aldım, kendi önerilerimi kendim uyguladım. çıkardığım ders: smiths falan mı ne bir grup var ya çok iyiymiş, 14 yaşındaki bir çocuk söylüyor.
biliyorsunuz belli aralıklarla tespit yapmam, bir şeyleri gereksiz
yere
formülize etmem gerekiyor; elimde olan bir şey değil. bunu yaparken bari millete
yararım olsun; bu vasıtayla milletin bir dikili ağacı, youtube'da bir
şarkının altında top comments bölümünde yer alacak bir yorumu olsun dedim. hazırsanız başlıyorum.
tamam mıyız? aç arkadaşım youtube'u. bul bir şarkı.
opsiyon 1:
"[insert 18'den küçük bir sayı] yaşındayım ama [insert parlak zamanını
yaşayalı 10 seneden fazla olmuş şarkıcı/grup here] dinliyorum": yaşı ne kadar küçük yaparsak o kadar iyi; yani bir çeşit "ben altı yaşımdan beri dire straits dinliyorum, bu arada halen altı yaşındayım" olarak düşünün bunu.
çünkü biliyorsunuz yaşı küçük birinin eski bir grubu dinlemesi bir çeşit
amme hizmeti gibi oluyor, hepimiz yararlanıyoruz bundan, o anda like'a
abanıyoruz. ha tabi derseniz ki hala genç ve çılgın olduğunu kendine kanıtlamak için ayda bir youtube'dan scorpions, led
zeppelin, pink floyd vb. şarkısı açan 50 yaş üstü amcaların bu yorumları görünce "dinliyorsun da bana mı dinliyorsun düdük" deyip geçmek yerine sözleşmişçesine hep birlikte "helal olsun kerataya la, ayrıca evet süperdik, muazzez ersoy nostalji 4-5-6 cCc" diye like'a basması gerekiyor mu, hayır bence gerekmiyor. tabi gerekiyor da olabilir.
15 yaşında olduğun için gerçekten çok teşekkürler.
Sen de 16 yaşında olmasan buralar iyice çekilmez olacak.
Irkların kardeşliğine Nirvana dinleyen bir zenci olarak bulunduğun katkılar tartışılmaz.
opsiyon 2:"[insert
konuyla kesinlikle alakası olmayan justin bieber/lady gaga/katy perry
tarzı güncel popüler şarkıcı adı here] gibilerin şarkıları milyarlarca
view alırken bu şarkıyı neden [insert şarkının aldığı view sayısı
<1.000.000 here] kişi dinliyor anlamıyorum. çok yazık :(((((":
yorum yapmak için gözünüze kestirdiğiniz ya eski, ya da yeni ama çok çok
popüler olmayan bir şarkı ise mutluluğu uzaklarda aramayın, bunu
deneyin. bu arada meraktan soruyorum; ege'nin 1995'te çıkan "yaz aşkım"
şarkısının youtube'da yalnızca 95.000 kere dinlenmesinde justin
bieber'in ne gibi bir suçu olabilir abi? bunu bana dedirttiniz. bunu bana dedirttiniz.
Bu işte bir iş var da dur bakalım...
Gittikçe emin oluyorum; bu bir komplo.
opsiyon 3:"[insert dislike sayısı] kişi [insert şarkının adıyla alakalı olumsuz espiri here]":
şarkının aldığı hit sayısı, popülerlik seviyesi, tür, dönem, ana adı,
doğum yeri, kan grubu fark etmeden her tür şarkının altında kullanıp
kolayca şukuyu kapabileceğiniz, son derece kullanışlı ve basit bir kalıp
bu. yalnız bir hassas noktası var bunun da; lütfen dikkat edelim bu
yapacağımız espiri çok komik olmasın ve mümkün olduğunca klişeye kaçsın
arkadaşlar. sonra demeyin direktifleri yerine getirdik, dediklerini adım
adım uyguladık neden hit alamadık. rica ediyorum olmasın böyle şeyler.
Ya inanmıyorum çok yaratıcısın ya.
ŞAKA YAPIYORSUN
Nereden buluyorsun bu şakaları komiklikleri, nereden aklına geliyor?
biliyorsunuz, ikamet ettiğim şehirde geçtiğimiz ay içerisinde bir morrissey konseri gerçekleşti. böyle bir durumdan nasıl sağ çıktığımı merak edenleriniz olacaktır. onu tam olarak ben de bilmiyorum, ama büyük oranda sağ çıkmakla kalmadım, morrissey'e bir-iki dokundum da. ve üstelik morrissey de bu dokunma olayından sağ çıktı; ki bence bu gerçekten beklenmedik bir şey. bünyemde konser sonucunda oluşan bazı kalıcı hasarlar ve hafızamda birtakım boşluklar olduğu doğrudur, yine de elimden geleni yazmaya çalışacağım.
kıtalararası dev bir operasyonla alınan ve sahip olduğum tüm parayı yatırdığım biletim (üçüncü kategori; bu önemli.) bir kenarda bekleyedursun, geçmez denilen o üç ay "oturmalı morrissey konseri mi olur, oturmaya mı geldik, o paraya ben iki çocuk okutmaz mıyım" diye iksv'ye çemkirirken geçti gitti, gelmez gelmez dediğim gününü bırak saati bile geldi, ben de cemil topuzlu'nın yolunu tuttum.
HAYDİ ELLER
yerimi bulup oturduktan sonra ise, o uzaklık ve açıdan mozişkoyu ancak azıcık ucundan görebileceğim şokuyla yüzleştim. konser başlamadan bir ara dolaşmak için kalkıp, "acaba haşmet babaoğlu ve hıncal uluç'a en önden avanta bilet gitti mi, ayşe özyılmazel konseri beğenecek mi, kim bu birinci kategorideki insanlar" gibi meraklarla ön taraflara doğru ilerlemeye başladım. iksv görevlilerinin "pardon yardımcı olabilir miyim, bilet?"şeklindeki psikolojik bariyer kurma çabalarına "yooo, dolanıyorum" gibi karşı ataklarla direndim. önlere geldikçe ise haşmet babaoğlu'ndan başka bir şey dikkatimi çekti: sahnenin hemen önünde, 1. kategoriden de önce gelen çukur alanda morrissey hayranına ciddi şekilde benzeyen birtakım insanlar dolanıyordu. "acaba bu 3000 dolarlık ayrı bir kategori mi, yok yok kesin en az 5000 isterler" diye merak edip, güvenlik görevlilerinden birine sordum. cevap "hayır, herkese açık, girebilirsiniz" oldu, ve ben de böylece N blok, 7. sıra, 17. koltuktaki yerimden gerçek bir morrissey konserinin kalbine transfer olmuş oldum. bence bu öndeki alanın açılması, bizim ta konser yeri açıklandığından beri bas bas bağırdığımız üzre, konser alanının bir morrissey konserinin gerektirdiği
mahremiyet seviyesini karşılamaktan uzak kaldığını farkeden mozişko ve
ekibinin talebiydi. hep derim: al morrissey, bal morrissey. yanakları gül morrissey.
OTURMAYA MI GELDİK
konser başladı başlamasına da, morrissey'e uzanan zorlu yolculukta önce bizleri supporting act'i kristeen young bekliyordu. bakın ben sadece morrissey'le tura çıkacak kadar muhabbeti olduğu için, başka bir nedene gerek kalmadan bile kendisine garez duyabilirim ve kendimce haklı da olurum- ama sağolsun kristeen'cığım buna gerek bırakmadı; müzikal anlamda oturmamış, geçkince ve tahammül edilemez bir bjork-lady gaga çakması oluşuyla da gönüllerde taht kurdu. belki de sadece morrissey'le olan muhabbetine karşı hasetimden ve morrissey'i görmeye duyduğum sabırsızlıktan bana öyle gelmiştir ama bence kristeen young sahneden inerken "sonunda iniyor, oh be" temalı öyle bir alkış aldı ki sanıyorum morrissey bile öyle coşkuyla alkışlanmadı.
Moziş'in gözlerinden nur yağarken
gece yeni başlıyordu. ne kadar sürdü diye bana sorsanız "üç-dört yıl falan herhalde" diyeceğim bir soundcheck sonrası, esas oğlan sahnede belirdi. şimdi, o çok başka bir an. tutulup kalıyorsun. o an adı aleynasu olan 13 yaşındaki bir justin bieber hayranısın, kaçarı yok bunun. morrissey; benim için hayatımın son altı yılı anlamına geliyor: her bir tecrübemde bir şekilde yanıbaşımda morrissey'in yer aldığı, utanmadan "şerefsizsin morrissey" adlı bir blog açacak kadar kendisiyle samimi olduğum bir altı yıl. sonra bir 19 temmuz akşamı saat 10 civarında bir de baktım ki hayatımın o bir değil, iki değil; koskoca altı yılı, tüm o yıpranmış güzelliğiyle, yalnızca birkaç metre mesafede sahnede dikiliyor. bakıyorum: saçları yanlardan beyazlamış mı biraz? gözleri ne güzel parlıyor. epey de kilo vermiş gibi. farkettim ki o ana kadar bu adamın gerçek olduğunu hiç düşünmemiştim.
Bildiğin Morrissey ayol.
üstelik karşımdaki morrissey olmakla kalmıyor, üstüne üstlük elinde bir
adet türk bayrağı taşıyordu. o üç saniye boyunca morrissey
konseri
onuncu yıl marşı ile açacak diye ÇOK KORKTUM (birtakım ilkokul travmalarım var, evet). mozişkonun kadim dostu, bizim ise bebişimiz olan boz boorer
kadın kılığında, müzisyenlerin geri kalanı da "assad is shit"
tişörtleriyle arz-ı endam etmekteydiler (mesajlı tişörtler o haftanın
gündemi ve eldeki türk
bayrağıyla birleşince "yürü be tayyip, daha da gelmem, en az üç çocuk"
gibi bir mesaj
verilmek istenildiği izlenimini uyandırabilse de, müzisyenlerin aynı
tişörtleri geçmiş konserlerde de giydikleri ve moz tur boyunca konserin
olduğu ülkenin bayrağını açtığı için telaşa mahal yok). derken beklenmedik bir şey oldu ve moz onuncu yıl marşı değil how soon is now'dan girdi.
konser boyunca beklenmedik şeyler olmaya devam etti. insanların mikrofon görünce efsane şekillerde saçmalamasına aldırmadan tekrar tekrar seyirciye mikrofon uzattı, sahneye çıkmaya çalışanlara yardım etti. konseri bizimle birlikte en önden izleyen dört yaşlarında şeker gibi bir kız vardı; işte bir ara onu kucağına alıp şarkısını öyle söyledi. uzatılan anti-royal yazılı kağıdı alnına yapıştırdı, kim bilir kimin incelikle düşünüp de getirdiği smiths çiçeğini geri çevirmedi. sahneye hediye olarak atılan charles aznavour plağına çocuk gibi sevindi. ben her seyirciye el uzattığında var gücümle atlayıp, belki iki belki de üç kere yumuşacık parmaklarına dokundum ve morrissey'in gerçek olduğundan daha da emin oldum. herkes için konserin highlight'ı farklıdır, hatta setlist'in her bir şarkısı ayrı highligh'tır da, benim için gecenin kilit anı, yıllardır süregelen "şöyle canlı olarak bir speedway dinlemeden ölmemeli" isteğimin, hiç beklemezken yerine geldiği an oldu. en güzel bir erken dönem solo morrissey bebeği olan speedway'i o gece 4500 kapasiteli cemil topuzlu açıkhava tiyatrosu'nda morrissey ve ben olmak üzere toplam iki kişi söyledik.
Mozişko seyirciyle dil, el vb. çeşitli temaslarda bulunurken.
sona yaklaşırken "letmikisyuuuuuuuuuuu" şeklindeki rahatsız bağırışları da sıklaşıyordu ki, let me kiss you başladı. ben de tabi çok aşmış bir kişi olduğumdan "ancak let me kiss you sevin siz, hıh" diye belgin doruk tavrı yaptım. yanımda bulunan eniştenizin şarkının adında kiss miss birtakım şeyler geçiyor diye tutup öpmesi, ardından mozarella'nın videoda 2:20'ye denk gelen anda gömleğini çıkarması ve aynı anda şarkının peak yapması arası bir nedenle beklenmedik şekilde
göz yaşlarına boğulmamın hediyesi ise, 2:34'te aynı gömleğin atılmasına
kadar geçen 14 saniyede kendimi toparlayamamam ve bu şekilde morrissey
aromalı gömleği yakalama şansımı (ki bence en az 200'de 1 civarındaydı)
tamamen kaçırmam oldu.
şimdi arkadaşlar, öncelikle eğri oturup doğru konuşalım. nasıl bir yesterday beatlesçısı, yellow coldplaycisi, wonderwall oasisçisi varsa, aynı şekilde bir de "let me kiss you morrisseycisi" diye bir konsept vardır. bu durum malesef "there is a light that never goes out smithsçisi" şeklinde de vuku bulabilir, hatta sıklıkla bulur. morrissey hayran kitlesinin %82.6 gibi bir bölümünü oluşturan bu insanları "ayyyyy morisey çok severim canıms yaaa :)))))9" yapmasıyla sezer gibi olur; suedehead, the more you ignore me gibi birkaç bilindik şarkıdan bahsederek vermeye çalıştığımız kek pası "hmmm onu bilmiyorum cnm ama let me kiss you süperrrr ne zmn dinlesem ağlıyorummmm ;(((" "dabıl dekır bas en sevdiğim simits şarkısı" "morisey kendini neden çirkin görüyo yaaa gayet hoş aslında ;)))))" şeklinde kıvrak hareketlerle geri çevirmeleriyle ise kesin teşhisi koyabiliriz. başlı başına bir yazıyı hak eden let me kiss you morrisseyciliği, aslına bakarsanız o kadar da kötü bir şey değildir.1 "buzullar mı eriyor, pandaların nesli mi tükeniyor millet everyday is like sunday seviyesine gelmeyince?" derseniz, o noktada hayır cevabını basarım. fakat bu fenomen bendeniz gibi "sana yıllarımı verdim, saçlarımı süpürge ettim, duyuyor musun steven patrick" tipi morrisseycilerde önlenmesi güç birtakım hassasiyetlere, alerjilere, kaşıntılara, let me kiss you'yu ancak gizlice dinleyebilmelere, dinleyenleri ezmelere sebep olabilmektedir.2eh, ne de olsa biz morrissey'in bile bilmediği gizli, yayınlanmamış, hatta yapılmamış bazı morrissey ve smiths şarkılarını ezbere biliyoruz. bu yüzden, bütün konser (ie: I know it's over, last night I dreamt that somebody loved me, speedway, you have killed me gibi mozişin sırf biz ağlayalım üzülelim diye yazdığı bilumum sofistike eser) durup tam da let me kiss you'nun ortasında göz yaşlarına boğulmam biraz trajikti. tamam be tamam, tüm piyasalığı bir yana; let me kiss you güzel şarkı be!
Morrissey manitam biraz oportünist olduğu için hayal kırıklığına uğrarken ("o kızı üzersen karşında beni bulursun").
ben ağlama krizinden yavaş yavaş çıkarken moz da sahneden yavaş yavaş indi; sonra geri gelip, son şarkı olarak bir I will see you in far off places patlattı. konser boyunca benim en önde atlayıp zıplayışlarıma, kendimden geçişlerime sahne önünün en arkalarından efendi efendi eşlik ederek ve arada bir fotoğraf çekerek tezat oluşturan (aramıza avustralya'dan katılan, blogda bundan sonra genellikle "anzakyarim" olarak anılacak olan ve tamamen ilişki sürecinde blogu boşladığım için
hakkında hiç bir şey bilmediğiniz) erkek arkadaşım adamın delice sevilecek başka şarkısı yokmuşçasına I will see you in far off places hastası olduğu için bu noktada aniden gaza geldi, sahneye doğru koştu. boyu benimkinin (ve ortalama türk insanının) bir 4-5 katı olduğundan uzattığı el kalabalıktan feci halde sıyrıldı ve morrissey direkt elini tuttu şerefsizin (bunu tamamen kendisinden biraz daha büyük bir morrissey hayranı olduğumdan ve deli gibi kıskandığımdan söylüyorum). yarim bir de biraz oportünist olduğu için, morrissey'in yumuşacık ellerinin, boncuk gözlerinin tadını çıkarmak yerine o anda dev gibi kamerayı moz'un yüzüne doğrultup resim çekti. mozişko bozuldu biraz: "cık cık" yaptı, "şimdi çok ayıp ettin abicim" "şu güzel anı bozuyorsun" dercesine baktı. morrissey'den tavır yemek de az buz bir şey değildir arkadaşlar, herkese nasip olmaz.
Mozarella bizi terk edip giderken ("bunu saymıyoruz yatıya da bekleriz").
yani anlayacağınız, şöyle böyle derken bir morrissey'in daha böylece sonuna gelmiş olduk. konser çıkışında ise, tek başıma arka kapıda bir saatten fazla bekledim. ne için? siyah pencereli siyah bir mercedes'in içinde çıkışını görmek, dayanamayıp adını çığırınca bana belli belirsiz el sallaması için.
Morrissey'i çok tutuyorum. Since 1990.
özetle: ben 2012 istanbul morrissey'ini, mesela, bir 2011 glastonbury morrissey'inden en az beş yaş daha genç ve çok daha mutlu gördüm. konser bana olması gerekenden de özelmiş gibi geldi. bir de, elleri yumuşacıktı. yazıma burada son verirken; son bir kere daha belirtmek istiyorum, MORRISSEY'E DOKUNDUĞUMU UNUTMAYALIM, UNUTTURMAYALIM.
referanslar: 1 neticede hepimiz ya because the night patti smithçisi, ya breakfast at
tiffany's audrey hepburn'cüsü, ya olmak ya da olmamak
shakespearecisiyiz. 2let me kiss you kötü bir şarkı olduğundan değil, haşa. yalan yok, ben
morrissey'i ilk kez 2006'da 16 yaşındayken tesadüfen duyduğum let me
kiss you'nun gece ışığı kapatıp yattıktan sonra aralıksız bir ağlama
krizine yol açması vasıtasıyla hayatıma dahil ettim.
meraba ben yüksel aytuğ. olimpiyat izlerken mastürbasyon yapmayı en
doğal hakkım olarak görüyorum, çünkü olimpiyat seviyesindeki sporcular
dahil bütün kadınların temel görevi beni görsel açıdan tatmin etmek
(benim homer simpson vücuduna sahip
olmamın konuyla alakası yok). yapamayınca çok sinirleniyorum. hemen gelip türkiye'nin en yüksek tirajlı gazetelerinden birindeki köşeme konuyla ilgili yazı döşeniyorum. ayrıca kadınlığın "meme, popo, makyaj,
fön" dörtlüsünden oluştuğunu, ve küçük göğüslü kadınların göğüslerinin
kesildiği için öyle olduklarını sanıyorum. zaten muhtemelen gerçek
hayatta, youjizz dışında falan göğüs görmüşlüğüm yok. ah, dns
değiştirmeyi becerip youjizz'e girebilsem bu yazıyı yazmaya hiç gerek
kalmayacaktı.