Tuesday, October 18, 2011

bir boğaziçi ekonomi 4. sınıf öğrencisinin ödevi

Question: How did the emergence of mercantalism in Europe eventually lead to the WWI? 
Şimdi henüz 16. yüzyıldayız ve merkantalizm mantıken süper tamammı. Sen hep ihracat yap eline para gelsin altın gümüş falan gelsin. Zira bu saçma metaller bir ulusun zenginliğinin temelidir. Manyakça biriktir bunları. Ama ithalata kota falan bir şeyler koy ki ihracat rakamlarıyla sevişsin. Dış ticaret dengesi pozitifte olsun yani sonuçta. Mantıklı. Tamam da şey, sen bunu düşünüyorsun da elin Almanı düşünmüyor mu? San Marinolusu düşünmüyor mu? Eli armut toplamıyor onun da. Neyse işte, sonunda bu sistem abarıyor, kimse birbiriyle dış ticaret yapamaz oluyor. Oha aç kaldık. Avrupalı da kafayı çalıştırıyor, abi şu saçma üçüncü dünya ülkelerini gerek kolonileştirerek gerek çeşitli anlaşmalarla pazar yapsak ya. Çünkü onlar duruma uyanmış değiller, malum saflar falan. Ahahaha fakirsin sen fakir; diyorlar. Böylece sıfır liraya bu ülkeden aldıkları hammaddelerle iki  liraya ürettikleri ürünleri beş liraya aynı ülkeye dayıyorlar. Çünkü çok akıllılar bir saf biziz1. Neyse işte şey oluyor. İngiltere coşuyor falan adeta tüm dünyayı haraca bağlıyor. Ama adamlar bir de sevimli, bir de efendi ki kızamıyorsun. Bu arada Almanya’nın eli armut falan topluyor orasını bilemiyorum, zaten sevimli de değiller. Sonra bakıyor lan dış ticaret yapamıyoruz, bağladığımız saçma ülke de yok. İngiltere akıllı da biz saf mıyız? Açıkçası öyle o sırada ama onu kabullenmiyor. Olm İngilizlerden bahsediyoruz, Sting’i falan çıkaran adamlar. Üstelik şu anki başbakanları da Smiths dinliyor2. Tabi senden akıllı olacak. Ama işte Alman bunu demiyor ve inatlaşıyor. Neyse işte birtakım olaylar oluyor ve Birinci Dünya Savaşı çıkıyor bam diye. Sonuçta bir paylaşım savaşı, anladınız siiiiiiiizzzzz : )))) Oha bir saçmasapan değerli madenden nerelere geldik.

Referanslar:
1. İçimdeki Cumhuriyet okurunu öldürmemiş, onu kendime saklamış, özenle yaşatmışım.
2. http://blogs.telegraph.co.uk/culture/neilmccormick/8614523/David_Cameron_no_need_to_apologise_for_loving_Morrissey/.  Bu arada Merkel ne dinliyor abi, Rammstein mı?

Sunday, October 9, 2011

Aşkın Kanada Dağlarında Gezer | 1. Bölüm |

***işte beklenen an geldi: şerefsizsin morrissey ve genel geyik ortak yapımı biiber fan hikayesi! ama genel geyik daha çok çalıştı herkes bilsin yani***

***konsepte introduction için şuraya bakmayan aynı morrissey gibi şerefsizdir, yazdık o kadar di mi***

Los Angilis’taki evimde oturmuş 500 adet televizyonumuzdan birini izliyordum. Biz çok zenginmişiz tamam mı, o yüzden o kadar çok televizyonumuz varmış. Dışarda da havuz varmış havuzda da tek boynuzlu atlar yüzüyormuş. Yani yüzüyorlardı. Derken televizyonda şu Justin Biiiber denen sidiklinin klibi çıktı. Baybi maybi bişeyler diyordu. Hiç de hayranı değildim, çok cool‘dum. Gelip “benimle çıkar mısın?“ dese, en Filiz Akın sesimle „ne münasebet!“ der,  tokadımı atar giderdim.

Fakat bana bir şeyler olmuştu. İzledikçe etkilenmeye başladım.  „Bal rengi gözlerine ölürüm, ‚O‘ biçimli dudaklarının üzerine evi yaparım“ falan demeye başladım. „Tanrı aşkına Kübra, sanırım saçmalıyorsun“ dedim ve başımı iki yana sallayarak Bladie Mary’mden bir yudum aldım.

Klibin 2. dakikasına doğru Justin’le göz göze geldik. Aman tanrım Justin Biiiber bana bakıyordu!!!!!11111 Ama cidden bana bakıyordu yani, ondan emindim. Justin bunun ardından hemen göz kırpmak, dudaklarını yalamak, burnuyla top sektirmek gibi anatomik olarak aynı anda yapması imkansız olan birtakım hareketlere girdi. Bir yandan da beni kesmeye devam ediyordu.

Justin gözünü bana diktikçe klibin esas kızıyla aramızdaki gerilim de tırmandıkça tırmanıyordu, derken klip bitti. Klibin geri kalanında bir daha gözgöze de gelememiştik. Düşünsenize, klibi bir daha yayınlanana kadar, yani ortalama sekiz dakika falan göremeyecektim onu. Kolay değildi. Ağlayarak salondan çıkıp tuvalete doğru koşarken etrafımı Justin’in korumaları sardı. Bunun nasıl olduğunu pek sorgulamadım açıkçası. Çünkü o gün şansıma çilekli parlatıcı sürmüştüm. Bu arada herkesin bildiği gibi, erkekler parlatıcıya dayanamaz. Parlatıcıya televizyondaki Justin Biiiber bile dayanamaz ve anında adamlarını yollar. Bilirsiniz bu böyledir.



Tam o noktada çevik bir manevrayla kolay kız olmadığımı belli etmeliydim (bilirsiniz biz Türkler için böyle bekaret, gösterip de elletmeme tarzı yerel motifler önemlidir). Durur muyum, hemen beni kendi evimin koridorunda tutup yaka paça götüren korumaya “Hey adamım senin sorunun ne, tanrı aşkına lanet olası?” diye yapıştırdım cevabı ama bunu Türkçe olarak yaptım.

O sırada Justin “Seni çok seviyorum aşkitom evlen benimle!” diyerek gaipten belirdi. Bu arada çok yazmasın diye Türkiye hattı almıştı, oradan çağrı attı bana.

Telefon, aşkitom, bal rengi göz falan derken bir de baktım Justin 74’ten geri saymaya başlamış, sayması bitince bi baktım şey yapmışız biz. Oluvermiş bi anda.  Ama evlenmeden sevişmek falan bana tersti yani, yanlış olmasın.  O yüzden “bunu bana nasıl yaparsın nasıl??” diye üzerine saldırdım, o da bana aduket çekti, ondan sonra bayılıvermişim. Ama beni sevdiğinden öyle yapmış, gözleri dolarak açıkladı sonra.  Bütün bunlar olurken straplez sütyenim de mora veya kırmızıya kaçmıştı herhalde, ortalıkta gözükmüyordu.



(***9 ay sonra*** Kanada – Sveet Driems  Konutları)

O sabah kalktığımda her zamanki gibi gıcık ve uyuzdum. Saçlarımı savurarak yataktan çıktım ve toz pembeye çalan yeşil kazağımı, cam göbeğine kaçan dar bol pantalonumu ve kocaya kaçan patlıcan turuncusu şalımı üzerime geçirdim.  İçimde tabii ki straplez sütyenim vardı, zira biz Biiber fan fiction yazarları bilinmeyen bir nedenden ötürü sütyen askılarına karşıyız. Neyse sonra birden bire kaslı kollarıyla arkamdan biri bana sarıldı. Korkuyla ona döndüğümde arı tükürüğü rengi gözleriyle karşılaştım.

„OMG Justin, senin derdin ne ha? Beni korkudan öldürcen mi kuzum?“ diye çıkıştım ve kaşlarımı çatarak dudaklarımı büzüp gülümsedim. O ise son derece kalın, maskülen, maço sesiyle „izir dilirim aşkitom“ dedi ve kalın dudaklarını büzerek „O“ şekline getirdi. Ah kimi kandırıyordum? Ona nasıl kızabilirdim ki?  Karşıma geçmiş gizemli gizemli gülümsüyor, dudaklarını ısırıyor, göz kırpıyor, kaşlarını kaldırıp indiriyor, kulaklarını oynatıyordu.  Bu kadar çok mimiği aynı anda yapmanın etkisiyle kısa bir süreliğine suratına felç geldi ama o her haliyle yakışıklıydı.

„Aşkiton sana kurban olsun erim, yiğidim!“ dedim ve ona sarılarak yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Tam o sırada Justin’in asker arkadaşı Hasan ve onun kız arkadaşı Rosaliminia odaya girdiler. Erkek arkadaşımın suratına dokunurken yakalandığım için çok utanmıştım. Hemen geri çekildim.

„Yüce İsa adına! Aşağıda sizi bekleye bekleye lanet birer ağaç olduk, Justin ve Kübra! Nerde kaldığınızı sorabilir miyim ha?“ diye çıkıştı Hasan. Biz ise birbirimize bakıp göz kırpıştırıp dudak ısırıp burunlarımızı oynattık ve kızardık.

„Hadi kurban olduklarım, gelin de bir güzel kahvaltımızı edelim iyisi mi“ dedi Rosaliminia ve dil çıkardı.  Hasan’la ikisi tekrar aşağı indiler. Çok deli hatundu şu Rosaliminia. Dil falan çıkarıyordu, o derece. İki gün önce tanışmıştık ama hayatta sahip olabileceğim en iyi arkadaştı o ve onu bırakmaya hiç niyetim yoktu. Ölümüne kankamdı. SÇS Rosaliminia.

Odada gene baş başa kalmıştık. Justin muzipçe yanıma sokuldu ve yanağımla boynumun birleştiği ama kulağıma da yakın olup bir yandan burnuma kaş göz yaptığı o yerden öptü. Gözleri arzu saçıyordu. „Haydi gel de biraz yaramazlık yapalım Bayan Biiiber“

„Wow seni gidi haylaz çocuk!“ dedim gülümseyerek. O sırada gözüm bir an pencerenin önündeki  sonbahar yapraklarına takıldı. Ne kadar da hüzünlü uçuşuyorlardı. Kafamı çevirip Justin’ime baktığımda üstündekileri çıkarmış olduğunu gördüm. Üzerinde sadece Şanel marka baxer’ı  ve Rolleks marka saati vardı ve utanmaz bir biçimde gülümsüyordu. Ona iyice yaklaştım ve dudaklarımız birleşti. Yanaklarım kıpkırmızı olmuştu, çok utanmıştım. „Ay sapıııık XD“ diye bağırarak aceleyle yanından uzaklaştım. Evlenene kadar gösterip gösterip elletmemeye yemin etmiştim. Gerçi evlilik dışı bir çocuk peydahlamıştık ama olsundu. Bende bu utangaçlık, bu kırılıp dökülme olduğuna göre onu da muhtemelen leylekler getirip bacadan atmıştı.

yavrunuzun sayfası: justin bieber... şaka şaka.

canımıniçi, bebeyim, çiçeyim niteliğindeki arkadaşım i am not your freud'la hayatımızda yeni bir ses, yeni bir soluk, yeni bir heyecan var bu günlerde. hayatta bir amacımız var artık. geleceğe daha bir güvenle bakıyoruz. çünkü dostlarım, çünkü...

artık hayatımızda justin bieber hikayeleri sayfası var!

hikayerimizde yaş aralığı tahminen 11-15 olan kızlarımız teenage dreams konutlarından bildiriyor. kimisinin yaşı 10'a kaçar gibi olduğundan henüz dilsel gelişimini tamamlayamamış oluyor falan, üzülüyoruz biraz. bir kısmı tek bölümlük olsa da kimisi dur diyememiş ve dizi formatına çevirmiş, hikaye uzaya uzaya adeta mahallenin muhtarları olmuş, sezon 8 olmuş, lost çok bozmuş önünü alamamışlar.

hikayelerde genelde çoğacayip şeyler oluyor. örneğin, kalın bir ses duyuyorsunuz ve arkanızda justin bieber beliriyor. düşünsenize. veya justin bieber sevişiyor falan mesela. konsept sizce de hayal edilemeyecek kadar muhteşem değil mi? ben insan ırkının hayal gücüne son derece saygı duydum bu hikayelerden sonra. biricik freud'um da duymuş olacak ki, "emeğe saygı" diyor ve birkaç haftadır bildiğin book club atmosferi içinde, son derece disiplinli olarak, birbirimize tavsiyeler falan vererek justin bieber hikayesi okuyoruz.

yok yok böyle anlatarak olmayacak, linkle konuşmam gerek. hikayeler şu tandansta seyrediyor:

* burada justin istanbul konserine gelen kahramanımızı sahnedeyken kesiyor sonra adamlarını yollatıyor (bu hikaye şimdilik 24 bölümlük. bir de şey, hikayenin yazarını stalk ettik, kızcağız sürekli twitter'da justin bieber'a I'm single for you diye mention atıp dikkatini çekmeye çalışıyor)



* bu baya bildiğin "yengemi götürdüm, eltime dayadım" tarzı erotik hikaye (bu arkadaş yanlış gelmiş herhalde diye düşündük)

Biz Kanada'da Sweet Dreams konutlarında oturuyoruz. Ottawa'yı geç, British Columbia'yı karşına al, bir 100 metre kadar git işte orası, bildin mi?
sizlere bir sürprizimiz: var. işimiz gücümüz: yok. freud'la çok içimizden geldi, gönlümüzden koptu, biz de maksat okuyucuya hizmet olsun diye imece usulü bir justin bieber hikayesi yazıverdik. hikayemizde iyi bir justin bieber hikayesinde olması gereken her şeyi içeriyor: hikayenin geneline hakim bir dublaj türkçesi, yer yer yöresel motifler, castin'e 8 yaş özellikleri göstermiyormuşçasına yüklenen erkeksi/maço nitelikler, hikayenin sonuna karakterleri kafalarında canlandırmakla uğraşmasınlar diye okuyucuya hizmet olarak koyulan ve brad pitt, angelina jolie tarzı insanların resimlerini koyup üstlerine "hasan, melih, ayşenur, kerime" yazarak oluşturulan kolaj ve tabi ki sweet dreams konutları. freud ölümsüz eseri halihazırda yayınlamış bulunuyor, ben de birazdan bulunsun diye yayınlayacağım.

bu arada sizce de dünyanın tüm dermatologları ve endokrinolojistleri şu anda justin'in sivilcesi çıkmasın ve sesi çatlamasın diye çalışıyor mu?

Kamışa su yürüyor mu yiğenim? Cevap veriyorum hayır.

Wednesday, October 5, 2011

al kırdık kırdık.

boş zamanlarımın pek çoğunu internette eski morrissey videolarını deşerek değerlendiriyorum. youtube da çoğu zaman elim boş göndermiyor sağolsun. bugünün balığı da eski bir mtv programının kaydı. çok sevdim ve defalarca izledim, ama sonra beni biraz üzdü.


your arsenal yeni çıkmış; yıl 1992'ymiş ve morrissey, veya steve diyelim, mutluymuş. hayatında yeni bir şeyler oluyormuş. the smiths'ten bile parlak olabilecek, yepyeni, pırıl pırıl bir solo kariyeri varmış. birtakım heyecanlar, korkular yaşıyormuş. bazen, hatta esasen sıklıkla utanıyormuş. kameralardan korkuyormuş, ama yalnızca birazcık. insanları dinliyormuş, dediklerini duyamadığında ısrarla ama nazikçe soruyormuş. tüm bunlar olurken de dudağının kenarına mühürlü o şahane gülümsemesinin sırıtışa dönüşme çabalarını zar zor, o da ancak serde morrissey'lik olduğundan, bastırıyormuş. ve bunların hepsi  şimdi morrissey kontekstinde bana çok uzak geliyor.

bu video ölmüş bir tanıdığın neşe dolu resimlerine bakmak gibi. ve hayatın nasıl iğrenç bir şey olduğunu fazlasıyla hatırlatıyor. hayatın ucunda çoğunlukla ölüm var. yani adam gibi ölmek o kadar fena bir şey değil de, böyle metaforik bir ölüm. iç ölümü. ölümden beter, ve ölümden çok daha sık görülen bir ölüm.

yine de, ne olursa olsun, şu dünyada morrissey'den güzel bir şey var mı? açık söyleyeyim, ben morrissey'i sonsuz derecede bencil ve kabalaştığında da seviyorum. norveç'teki katliamdan sonra çıktığı ilk konserde durup "kfc ve mcdonald's'ta her gün daha kötü katliamlar yaşanıyor, norveç konusunda neden tribe girdiniz ekiki" diye konuştuğunda dahi savunmaya çalışıyorum. yalnızca millete laf etmek için ağzını açar hale gelmesi komikmiş gibi davranıyorum, hatta david cameron'a smiths sevmeyi yasaklaması teklifsizce dudağımın kenarına ufak bir gülümseme iliştiriyor (bu arada tory falan ama bence david cameron, camelot efsanesinden beri ingiltere'nin en kral başbakanıdır). asıl konseptinden kopup, harcanmış bir hayattan intikam almak için dinleyenin suratına yumruk atar gibi şarkı söylediğinde de bayıla bayıla dinliyorum. çünkü insan saçmaladı diye anne babasını/çocuğunu/morrissey'ini sevmeyi bırakmaz.

ama işte, arada biraz üzülüyorum.

We made a happy man very old.
2004'te 45. doğumgününde verdiği meşhur manchester konserinin sonunda söylemişti: "oh manchester; nothing to answer for. you made a happy man very old." işte ben şimdi anladım, o kelime oyunu falan değil güzel kardeşim. o ne biliyor musun: önce on yılda on beş milyon genç, ardından da on dokuz yılda böylesine mutlu ve güzel bir adamdan duygusal bir yıkıntı yarattık. içini eze tekmeleye öldürdük. sevgili dünya; bu başarı, bu gurur hepimizin. al kırdık kırdık.