Tuesday, October 15, 2013

birtakım parçalar - no 3: kuru kedi.



temsili olmayan resim.

İzmir’deyim. Yaş sekiz, dokuz, on, on bir olacak. Orası kafamda net değil de, mevsimlerden yaz, onu kesin hatırlıyorum.

Saçma sapan, gereksiz derecede sıcak bir gün. Babaannemlerdeyim. Eski moda, klimanın lüks kabul edildiği evler bunlar. Daha sabahın erken saatlerinde, sıcak asıl yüzünü göstermeden ev bana dar gelmeye başlıyor. Bir aşağıya, alt komşumuzun kızı İpek’in yanına iniyorum. Bir zaman da bu kolektif sıkıntımızı paylaşarak geçiyor. Sanki güneşin en vicdansız olduğu saati özenle bekliyoruz, nihayet öğlen olunca da sözsüz anlaşmamız gereği dışarı koşuyoruz. İzmir, beklendiği üzere, yanıyor. Asfaltlar kızışmış. Gideceğimiz bir yer, yapacağımız bir şey yok. Bu sıcakta oyun da oynanmaz. Güneş enselerimizde boza pişirirken biz sokakları arşınlıyoruz. Taşları tekmeliyoruz, arada rotamızla ilgili bir iki kelime edip susuyoruz. Şehir ısınmış çöp kokuyor. Semtte yürüyerek büyük bir daire çizip, sonunda evin yan sokağına geliyoruz. En çok çöp kokanı, en kirlisi de bu sokak; yıllardır gitmedim ama eminim bugün gitsem hala öyledir. Yerlere bakınarak ilerliyoruz: bir balık kılçığı, çürük domates, plastik parçaları buluyoruz. Bu çerin çöpün arasında biraz ötedeki siyah bir topak dikkatimizi çekiyor. Ona doğru biraz ilerliyor ve emin oluyoruz; tüyleri güneşte parlayan siyah bir yavru kedi bu. Tabi; yaz, karpuz mevsimi olduğu ölçüde yavru kedi mevsimidir. Bunu herkes bilir. Üstelik sekiz, dokuz, on, on bir yaşındayız ve kedileri seviyoruz.

Fakat bir şey var. Kedi huzursuz edici derecede hareketsiz görünüyor. Duruyorum. İpek ise ilerliyor. “Ölü o”, diyorum.“Yok, ölü değil.” İlerlemeye devam ediyor. “Dokunma İpek”, diyorum. İpek tanıdığım en inatçı insan. O yüzden yerimde kalıyorum, yavaş ama sabırsızca kediye doğru ilerleyişini izliyorum. Sonunda ayağının ucuyla yavaşça dürtüklüyor. Bir zamanlar kedi olan siyah topak; büyük bir hışırtı çıkararak kayıyor.

Oracıkta, güneşin altında kurumuş kalmış. Bizim ise güneş ancak ensemizi yakıyor. Algılayamıyoruz. Fazla geliyor. 

Bunların hepsinin kafamızdan geçmesi iki, üç saniye alıyor. Sonra da anlaşmış gibi ardımıza bakmadan eve doğru koşuyoruz. Bir daha da bu olaydan bahsetmiyor, yaşanmamış gibi yapıyoruz.


previously on birtakım parçalar:

ha bir de son olarak, şöyle bir şey çıkmış diyorlar:
Follow my blog with Bloglovin

No comments:

Post a Comment