Saturday, February 9, 2013

liv tyler ve ben.

iki sene kadar önce, bu blogu ilk açtığım dönemde, paris'te erasmus'tayım. duydum ki champs elysees'de yer alan dev boyuttaki sephora'ya (son 25 yılını plüto'da geçirmiş erkek okurlar için sephora'nın bir kozmetik zinciri olduğunu not düşeyim), givenchy'nin bir parfüm tanıtım etkinliği kapsamında liv tyler geliyor. gideyim bari, diye geçirdim içimden.
Liv Tyler ve ben (temsili resim).
bunun benim için ne ifade ettiğini anlatabilmem için 2000'lerin ortalarına dönmem gerekiyor. liv tyler benim ergenlik dönemi idolümdü. hayatta ikinci hedefim prens william, matt damon ve jude law'la toplu nikah kıymaksa birinci hedefim de liv tyler'a benzemekti. zamanımın tamamından fazlasını lovely liv tyler adlı hayran sitesinin forumunda geçiriyor ve böylece ingiltere'den brezilya'ya geniş bir coğrafyadan "liv'in dudakları ne güzel di mi? yok yok burnu daha güzel. hihihi önce sen kapat, hayıııırrr önce sen" gibi muhabbetlere girebileceğim kankalar ediniyordum. ayrıca portfolyomda "liv tyler'la kankaymışız, ben 14 yaşında bir çocuk olarak arada new york'a liv'lere kalmaya gidiyormuşum, (o zamanki) kocası  ve (o zaman henüz doğmamış olan) bebeğiyle beni havaalanından gelip alıyorlarmış", "ben meğersem liv tyler'ın 18 yaşındayken yaptığı gibi pantene reklamında oynamışım. sonra da sokakta karşılaşmışız. beni tanımış, 'aaaa sen pantene kızı değil misin kenks? ne kadar çok ortak noktamız var, ikimiz de pantene reklamında oynadık ve liv tyler'a aşırı benziyoruz, hemen arkadaş olmalıyız' demiş" tarzı fantazilerden bolca vardı ve kendisi doğum yaptığı gün ilgili haberin farklı versiyonlarını kesip saklayabilmek için babama dört farklı gazete aldırmıştım (yazı liv tyler konusunda olduğu için olayları biraz abartmış olabilirim ama çok da değil).

ergenlik sonrasında hayatımı tamamen liv tyler odaklı yaşamaya bir son vermiş olsam da, güzellik anlayışım her zaman ona dayandı ve kendisi ergenliğim sonrasında da en bi' süper ünlüler listemin başlarında yer almaya devam etti. hani aile metaforuyla açıklamam gerekirse, çok sevilen, ayrı şehirlerde yaşansa da fırsat olunca görüşülüp hasret giderilen kuzen rolünün demirbaşı oldu.

işte o yüzden, biliyordum ki fırsat önüme gelmişken gidip "idolümdünüz, hala da öylesiniz, çok matah bir insan olmadım ama siz olmasanız bu da olmazdı, ver elini ayağını öpem ablam" demeliydim. kendisiyle baş başa geçireceğim yaklaşık yirmi saniyede lovely liv tyler forum'unun 2005'te ne kadar muhteşem bir yer olduğundan girip, liv hamfendinin LOTR makyajnda kullanılan rujun ne kadar şahane olduğundan çıkmalıydım (kendisi clinique'in almost lipstick serisinden "black honey" oluyor, ve evet dostum, kendisi givenchy'nin makyajı ürünlerini tanıtmak için orda olsa da yapmalıydım bunu). olur da içeri giremezsem, o arabadan inip sephora'ya girerken kötü kalitede bir iphone fotoğrafını çekmeli, heyecanla facebook'a koyup toplam iki like almalıydım. yani anlayacağınız, kendime bunu borçluydum.

Ben olabilirdim.
o gün, o saatte dersim vardı; anglosakson ekonomileri dersi. "bilmemkimin türkiye versiyonu :))))))" "ay resmen seda sayan'ın nikaragua şubesi" şeklinde tanımlamalar yapmaktan normalde son derece tiksinir hatta tiskinirim ama dersi yalnızca "burhanettin'in* yetkili sorbonne bayisi"şeklinde tanımlayabileceğim bir ingiliz hoca veriyordu. prensip olarak "benim zamanımda" geyiği çerçevesinde geçen dersler, hocanın verdiği "ben ettim siz etmeyin" öğütleriyle son buluyordu. o gün özellikle thatcher döneminde genç olmak muhabbeti dinleyesim gelmediyse, veya o gün "patlat bir ingiliz aksanı da neşemizi bulalım semra" şeklinde bir ihtiyacım yoksa, diğer dersler gibi bu derse de pek gitmiyordum. gerçi ara sıra bu tarz ihtiyaçlarım oluyordu, o yüzden arada gidiyordum.

derse gitmediğimde mutlaka iyi bir nedenim oluyordu. aklıma gelenlerden bir bölümünü aşağıda listeledim:

-champs elysees'deki sephora'ya gitmek
-hausmann'daki sephora'ya gitmek
-fransızca 8-9 yaş arasına yönelik roald dahl hikayeleri okumak
-müzelerin öğrencilere bedava olmasından yararlanarak yaklaşık elli ikinci kere musee d'orsay'a girmek ve empresyonistlere şöyle bir uğrayıp yarısında çıkmak
-blog yazmak
-nedensizce evde oturup mümkün olduğunca yalnız ve asosyal hissetmek
......

işte böyle uzayıp giden bu listeye bir de liv tyler'ı görmek en tepeden eklenecekti. çok iyi çok da güzel olacaktı.

Ben olabilirdim.
ama o sıralar bir türlü adam gibi bir sosyal çevre edinememek, sürekli yalnız kalmak, yerel halkla pek iletişim kuramamak, toplamda 1.5 adet arkadaşımın olması gibi olaylarla uğraşıyordum ve çok yirmi yaşındaydım (ve malesef "çok yirmi yaşında olmak" bazılarımız için "çok sevişmek" demek değil). kendimle olan bağlarım epey gevşemiş olmalı ki, olmak istediğim insan liv değil, audrey değil, zooey hiç değildi. günümün beşte üçünü fransızlar tarafından kırılmak ve fransızlara saydırmakla geçirdiğim o günlerde, şimdi farkediyorum da, içten içe carla bruni gibi şerefsiz bir fransız olmak istiyordum (muhtemelen derdim hayatta kalmaktı, but still). 2011 mayıs ayında poissonniere metro durağı yakınlarında bir kuaförün "kesim+şekillendirme 38 euro" kampanyasına katılarak hayatımda ilk kez kahkül kestirdiğimde telefonumda kuaföre göstermek için liv'in değil, audrey'in değil, zooey'nin hiç değil carla'nın resmi bulunması da bundandır.

sonunda o gün geldi çattı. dergi okudum. blog yazdım. bahçeye çıktım. fiziksel ve mental olarak liv tyler'a hazırlanmayı erteleyip durdum. saat 1 oldu. yok ya ben derse gideyim en iyisi, dedim. bir de elin liv tyler'ıyla mı uğraşacağım, dedim. metroya atladım, iki aktarma yapıp george cinq yerine cluny-la sorbonne durağına gittim ve o gün ne anlatıldığını bir türlü hatırlayamadığım derse girdim.

Ben olabilirdim.
neyse, aylar ayları kovaladı ve ben işte o dersten geçtim. velhasıl yeni zelanda ekonomisi hakkında edecek bir-iki kelamım oldu (bunun sevgiliniz avustralyalı olsa bile ekmeğini yiyemeyeceğiniz tipte bir bilgi olduğunu henüz bilmiyordum). reagan'la muhabbetimiz vardır, thatcher'la samimiyetimiz ise morrissey'i üzecek seviyededir (hatta sanırım moziş bunu duymuş ve ülser olmuş). anglophilia hastalığından muzdarip bir insan olarak bunlar o dersten yanıma kar kaldı. ama sanki kendime ihanet ettiğim o günden beri ben, ben olmayı biraz bıraktım. kim olduğum konusunda ara sıra şüpheye düşüyorum. çaktırmasam da içten kendimi beğenir, severdim. şimdi tam sevemiyorum. kimim ki seveyim.

Ben olabilirdim diyeceğim ama ailemden aldığım ortodontik miras buna izin vermiyor.
evet sevgili okurlar, böylece bir mutsuzluğun daha sonuna geldik. sizce belki saçma bir mutsuzluktur bu. şahsen öyle düşünmüyorum. bence şimdi dağılalım ve pek toparlanmayalım, ama arada "görüşelim mutlaka cnm :))))" demeyi ihmal etmeyelim.


*ilkokul 4. sınıftan lise sona kadar eğitim hayatımı birlikte geçirdiğim yüce insan misschattenoire olmayanlara not: burhanettin, bizim lise iki ve üçteki edebiyat hocamızdı. hobileri arasında sürekli hayattan bezmiş gözükmek, derslerde kpss deneme testi çözmek, öğrencileri dışarı salmak ve biraz içten pazarlıklı olmak vardı.

2 comments:

  1. Ama sen şimdi "ben gitmişim liv'de kalmışım çay demlemişiz liv açık içmiş sonra panten çekimine gitmişiz =)" diyorsan, castin bibır aşığı ergenler için de azıcık, bir kadarcık, serçe tırnağımın ucu kadarcık empati göstermelisin :((( tamam onlar bir liv tyler değil sümüklü bebeyle hayal kuruyolar ama onlar da şakacıktan eyfelin tepesinde kitli kalıp sevişmeden hamile kalabiliy... ya neyse anladım tamam, susayım ben. pardon.

    ReplyDelete
  2. sanırım tek avantajım o zamanlar facebook olmadığı için doğal olarak "liv tyler hikayeleri" diye bir facebook grubunun da olmamasıydı. o avantajı da gelip yıllar sonra içimi buraya dökerek yerle bir ettim.

    ReplyDelete